5 Nisan 2008 Cumartesi

"Memleketi kurtarırken yaşamı ıskalamak..."

Herkes yaptıklarının ya da yapmadıklarının hesabını önce kendine vermeli...


ONU tanıyalı çok oldu. Her zaman bana çok ilginç geldi.

"Bir gün seni yazacağım" derdim kendisine ve bunu duyunca önce kızar, çok tepki gösterir, sonra da "yapma; yazma abi be!" derdi.

Aslında bilirdim ki yaptıklarının bilinmesini isterdi. Birazcık içince anlatmaya doyamazdı.

Yine bilirdim ki imkânı olsa kendisi oturup yazacak o anlattıklarını.

Yazmaya başladıktan sonra kaç kere onu yazmak üzere klavyenin önen oturdum ama elim yazmaya gitmedi.

Şimdi artık yazdığıma itiraz edecek hali yok. Onun unutulmasını istemiyorum. Yazmamın nedeni bu.

En azından bir yerlerde bir kayıt olmalı; en azından ondan bir iz kalmalı.

* * *

-"Bir şarap paran var mı abi?"

Aynı anda belki 100 kişinin olduğu bir kalabalığın içinde benim yanıma kadar gelip bana sormuştu bu soruyu.

Önce hali biraz korkutmuştu beni. Sonra neden beni seçtiğini düşünmüş, biraz da olsa şaşırmıştım.

Cebimde ona verecek para vardı. Dahası o sırada benim de canım sıkkındı, bir yere oturup birkaç kadeh içmek ve gevşemek, sıkıntımı unutmak istiyordum.

Yalnız içmeyi sevmem; ona "olur hadi gidip birlikte içelim" dedim.

Dalga geçip geçmediğimi anlamak için yüzüme baktı.

Bakışından aklından geçeni anladım "Ciddiyim" dedim.

-"Senin gideceğin meyhanelere beni almazlar, sen şuradan 2 şişe şarap, biraz da yiyecek bir şeyler al, benim 'oraya' gidelim. Hem 'iki buçuk ufaklık' var, onlar da nasiplensin" dedi.

"Oraya" sözünü değişik bir şekilde söylemişti. Beni sınamak istediğini düşündüm o anda. Üzerinde durmadım. Ne almamızı istediğini sordum, Sırayla saydı. Söylediklerini aldım.

Birlikte bir süre yürüdük. Daha önce hiç girmediğim bir sokağa saptı, biraz ileride bir açık alana vardık. Bir okula benzeyen büyük bir binanın arka tarafına geldik.

Bir okulun duvarının arka tarafında, çöp atılan özel bir bölmenin yanında, tahta, karton ve plastik muşambadan yapılmış bir "kulübe" gördüm. Onun önüne kadar gittik.

-"Burası" dedi.

Kapı olarak bırakılan açıklıktaki çuvalı yana doğru itip içeriye baktım.

Gözüm karanlığa alışınca köşede yatan iki küçük çocuğu ve başlarında oturmuş bekleyen sarı bir sokak köpeğini gördüm.

İkibuçuğun ne demek olduğunu anlamıştım.

* * *

Kafamı uzatınca köpek küçük bir sesle bir kez havladı. Ya sahibinin kokusunu almıştı, ya da benden bir kötülük gelmeyeceğini düşünmüştü.

Çocuklar 5-6 yaşlarında ya var ya yoktu. Köpek havlayınca elini, sanki biri ona vuracakmış gibi kaldırdı ve ağlar gibi bir sesle "n'olur vurma abi, n'olur"dedi. Onun sesine diğeri de uyandı.

O da koroya katıldı. "Ona vurma abi vurma, o daha çocuk!"

Onların sesine adam içeriye girdi; "kalkın bakalım uyuşuklar, ben yanınızdayken kimse vuramaz size. Bakın bu amcanız da yiyecek bir şeyler getirdi!.."

Yiyecek sözü onları canlandırdı.

İkisi de oturdu ve uyku sersemi olan biteni anlamaya çalıştılar. Pasaklı ama boncuk gibi gözleriyle çok şirin veletlerdi ikisi de.

* * *

İlk muhabbetimizi o zaman yapmıştık. O kulübenin önünde o iki ucuz şarabı içerken. Yaklaşık 1 saatten fazla sürdü, şişelerin dibini bulmamız. O hep anlattı, ben hep dinledim.

O sırada çocuklar da aldığım yiyecekleri yiyorlardı. Yeme biçimlerinden birkaç gündür aç oldukları sonucunu çıkardım.

Sorunca "yok abi" dedi. "Bu sabah onları doyurdum. Ama doymuyorlar veletler. Ne verirsem kıtlıktan çıkmış gibi saldırıyorlar. Herhalde çok açlık çekmişler. "

Sonra onlarla bir gece sokakta karşılaştığını, kardeş olup olmadıklarını bile öğrenemediğini, kimlikleriyle, nereden geldikleriyle ilgili sorularına hiç cevap vermediklerini, polise vermek istemediğini, sokakta yaşarlarsa, diğer çocukların onları bozacağını düşündüğünü, o yüzden yanına aldığını, kim olduklarına dair bir şeyler öğrenince ana babalarını bulup teslim etmeyi düşündüğünü anlattı.

Tam bunları anlatırken "memleketi kurtarırken yaşamı ıskaladık abi" dedi. Sonra da ekledi: "Hiç olmazsa bu iki çocuğa hayrımız dokunsun!"

Bu lafın anlamını merak edip sorunca muhabbet uzadı ve başka yollara saptı.

Özetin özeti, söyledikleri şunlardı:

"Abi iyi insanlardık biz aslında. Kimimiz sahici okullu, kimimiz de benim gibi 'hayat' okulundan mezundu. Kendimizi düşünmedik hiçbir zaman. Bu memleketin insanlarıyla ilgili iyi şeyler düşündük. İyi yaşasınlar, canları, kanları, alın terleri birilerinin içkisine meze olmasın istedik. Doğru bildiklerimiz vardı. Hayallerimiz vardı. Az da değildik, onların bilmediği bir çok şeyi bildiğimizi düşünüyorduk. Onları, memleketi kurtarabileceğimizi düşünüyorduk. Yürüyüşler, mitingler, korsan gösteriler yaptık. Okulları, fabrikaları, tarlaları, mahalleleri işgal ettik. Boykotlar, grevler yaptık. Silahlı, silahsız eylemler yaptık. Okuduk, yazdık, günler geceler boyu konuştuk, sabahlara kadar tartıştık. Dergiler, kitaplar yayınlar çıkardık. Dağa çıkanımız bile oldu. Gencecik yaşamımızda yaşamımızın her anı bunlarla dolu dopdolu geçti.

Yaptığımız her şeyin insanların, toplumun, onların yararına, ortak geleceğimiz adına olduğunu düşünüyorduk. Arada sırada bunun böyle olduğunu da görüyor, bundan mutlu oluyorduk. Çok çile çektiğimiz, eziyet gördüğümüz zamanlar oldu. Her çeşit işkenceyi yaşadık. Haklı ve doğru olduğumuzu bilmek, bizleri dayanıklı, dirençli kıldı. Kimimiz öldü, kimimiz sakat kaldı ama onurumuzu hep koruduk ve yendik onları aslında.

Ama şimdi geri bakıp, düşünüyorum; tüm bunları yaparken, aslında yaşamın dışında olduğumuzu fark etmedik. En sonunda parçalana, bölüne, her kes kendi derdine düşünce fark ettim bunları. Yaptıklarımızı onlar için yapıyorduk ama, aslında doğrularımızı ve kendimizi kanıtlamaktan bir şeye yaramıyordu bunların hiç biri. Onları için canımızı verdiğimizi düşünüyor ama birbirimiz için ölüyorduk. Yani yaptıklarımız kimsenin yarasına merhem olmuyordu. Herkes kendi sorunlarıyla boğuşuyor ve bizleri uzaktan izliyordu. Yaşamın dışında ayrı bir dünya kurmuş o dünyada varolmaya çalışmıştık o güne kadar.

Vazgeçtim. Zaten kimse de kalmamıştı. Ama birlikte olduklarımın yaptığını da yapamazdım. Yaşamın içinde olayım derken yalnız kendi yaşamımın derdinde olamazdım. Sokağı seçtim. Bildiğim ve ulaşacağım tek yaşam yeri sokak oldu. Gerçekten de yaşam sokaktaydı. O iki ufaklığın karnını doyurmak, onların başını beklemek, sokakta bir derdi olana derdin nedir diye sormak, gücüm yettiğince bir işi olanın işini görmek, iki insanla muhabbet etmek ve akşamları birkaç kadeh bir şey içmek yetiyor bana. Bildiğim, yapabileceğim bu çünkü. Bir şey daha; kendi adıma hiç kirlenmedim. Kirli bir şey yapmadım. Yaptıklarım anlamsız ve olumsuzsa sonraki yıllarda yaşamım bu şekilde geçti. Bedelini ödedim yani, eğer yanlışsam."

Diyecek sözüm yoktu. Sustum.

* * *

Sonraları arada sırada yine rastlaşırdık. Hep aynı soruyla başlardı muhabbetlerimiz: "Bir şarap paran var mı be abi?"Şarabı alır, sonra bazen bir duvar dibinde, bazen deniz kenarında konuşurduk.

Gerçek miydi, kafasından uyduruyor, hayal mi kuruyordu bilmiyordum.Ama yaşadığı bir çok olaydan, militanlık döneminde yaptıklarından söz ediyordu çoğunlukla. Çok sordum ama hepsinde de "boş ver abi be" derdi.

-"Hangi siyaset olduğunu ne yapacaksın? Sence farkı var mıydı birinin yaptığının ötekinden?"

* * *

Yakındaki bir hastanede çalışan bir doktor arkadaşımla birlikteyken de rastlamıştık bir kez. O da bize katılmış ve bizi dinlemişti. Ayrılınca da "nereden bulduğumu" sormuştu. "Bu tür cins adamları" diye de vurgulamıştı. Takılmıştı kafama o lafı.

Önceki gün bir daha aradı. "Arkadaşın elimde öldü" dedi. Bir araç çarpmış, karşıdan karşıya geçerken. Çok uğraşmışlar ama kurtaramamışlar.

Aklıma çocuklar geldi. Onları sordum. Çocuk falan görmediğini söyledi.

Bir daha "çöktüm". Yine "yaşamı ıskalamıştı" anlaşılan.

05/04/2008

Hiç yorum yok: