23 Şubat 2008 Cumartesi

Tartışmayı "doğru yerinden ve doğru biçimde" yapmak gerekir

Korkularımızı ancak "bilgi"lenerek, "akıl" ile davranarak, bütünü "görerek" aşabiliriz.

SÜREKLİ okurlarımı uyarıyorum: "Bu haftaki yazım 'bir gezi yazısı' olmayacak".

Gerçi yine bir yerden söz edeceğim. Ama anlatmak istediğim "o yer" değil o yerde olanlar aslında.

Bu yazının "ana tema"sı "türban" olacak. Yaklaşık iki aydır neredeyse ülkenin tek gündemi haline gelen bu konudan sıkılanlar, bu yazımı okumayıp BİAMAG'ın diğer yazılarına geçebilirler.

Açıkça söyleyeyim; bana yönelen kimi "sataşmalara" karşın, "türban"a dair bir düşüncem olsa da, üstelik benim düşündüğüm boyutu tam anlamıyla dile getirilmese de, bu konuda bir yazı yazmak yapmayı çok istediğim bir iş değildi.

Ancak bu tartışmaların bir çoğunda gündeme getirilen "İran olma korkusu"nun bir tür "şehir efsanesi"ne dönüştüğünü gözlemliyorum. Oraya dair birinci elden tanıklıklar yerine "hep aktarmalar" örnek veriliyor.



Oysa ben geçen yıl "birinci elden" orayı gördüm ve yaşadım. Söylenenlerin de gerçekten bir tür "şehir efsanesi" olduğunu kendim anladım. Üstelik de tek başıma değildim. Sevgili Şanar Yurdatapan ve birlikte oraya gittiğimiz benim dışımdaki 6 arkadaşım da benim gördüklerimi gördü, anladı.

* * *



Amacım İran'ı ve uygulamalarını savunmak değil. Ama savlananlardaki "yanlışları" ortaya koymak, "doğruları" ifade etmenin de bir görev olduğunu düşünüyorum.

Bizim orada olduğumuz günlerin hemen sonrasında "iç politikadaki bir takım öncelikler ve yöneticilerin bazı duyarlılıkları" nedeniyle kadınların "tesettür"e biraz daha uymaları, kimi kere "zor" uygulanarak sağlandığını öğrendik. Gazeteci yazar Cihan Aktaş orada olanları benim ona yazarak sorduğum bir soruya da atıf yaparak yanıtladı.

Orada çektiğimiz çok sayıda fotoğraftan, bu sayfaya aktardıklarımda da görüleceği üzere o günlerde "Tahran"da sokaktaki yaşam, giyim kuşam açısından bir "sıkı düzen" durumunu yansıtmıyordu.

Hepsi bir örnek giymeyen, başlarını bir örnek örtmeyen kadınlar, kocaları ya da sevgilileri olan erkekler el ele Tahran'ın her zaman yeşil parklarında, geniş caddelerinde, alışveriş yerlerinde serbestçe dolaşıyorlardı.

Dahası Tahran'da toplam sayısı bizdekinin onda birinden daha az olduğu söylenen camilerden günde beş vakit sonuna kadar açılmış mikrofonlardan "ezan" sesi duyulmuyordu. Sorduğumuzda bir televizyon ve radyo kanalından zamanı geldiğinde ezanın okunduğunu öğrenip çok şaşırıyorduk.

Yine "İranlı müslümanlar" namazları "toplu gösteriye" dönüştürmüyorlar, hatta müslümanlar için geçerli olan islamın bu farzını günde "beş kez değil üç kez" yerine getiriyorlardı.

"Meryem Ana Meydanı" denilen ve çok güzel düzenlenmiş bir meydandan bulunan "katolik kilisesi"nin de kapısı açıktı ve içinde kendi dini giysileri ile "rahipler" özgürce görevlerini yapıyorlardı. İran'daki "Hristiyan nüfus" nüfus ibadetini korkmadan, çekinmeden, kiliselerin, yani tanrının evinin kapısını kapatmadan yapabiliyordu.

Kadın nüfusu İran'da oransal olarak erkeklerden çok daha fazla. Kadınlar gündelik yaşamın tam içinde, ortasındalar. Öyle evlerine kapanmış değiller. Herkesin alışveriş yapabildiği dükkanlarda çok sayıda kadının çalıştığını gözlerimle gördüm.

Yaptıkları işlerde etkin ve belirleyici olduklarınu da temas ettiğim yerlerde gözlemledim.

Serbestçe düşüncelerini söylüyorlar, ekonomik kültürel yaşamın içinde aktif olarak yer alıyorlardı. Dahası ziyaret ettiğim bir "öğrenci haber ajansı"nın politik olayların haberleştirildiği haber merkezinde çalışan yaklaşık 20 öğrenciden yalnız 3'ü erkek, geri kalanı genç kızlar kadınlardı.

Üstelik erkeklerin "emri altında ve zorla" çalışmıyorlardı. Üstlerindeki siyah çarşaflarına rağmen açık yüzlerinde de "modern makyajları" yerindeydi.

İran'da benim gördüğüm bunlardı.

* * *

Belki de en son söylemem gereken düşüncemi en başta ifade edeyim:

Din ve vicdan özgürlüğü inanan insanlar için "dininin kural ve gereklerini yerine getirmesini" gerektirir.

Din özgürlüğü tıpkı düşünce özgürlüğü gibidir; nasıl düşünce özgürlüğünün olabilmesi onu "ifade etmekle" var olursa, din özgürlüğü de onun gereği olan ibadetleri yerine getirerek ve onun koyduğu kurallara uyarak var edilir.

İdari ve politik bir kararla "kadınlara zorla çarşaf giydirilmesi" insanların "kılık kıyafetine" bir erk odağının müdahalesidir.

Ama yanlış anlamayın bu yalnız İran için söz konusu değildir; aynı müdahale bizim ülkemizde de yıllarca yapılmış ve halen yapılmaktadır.

Hatta bu müdahalenin "anayasa"ya yazılması, bu amaçla özel yasalar çıkarılması "demokrasinin düzeyi"ni gösteren bir durumdur.

Demokrasiden, insan haklarından yana olanlar "müdahale"nin kendisine karşı mücadele etmelidir. O müdahalenin içerdiği uygulamaya değil.

Dolayısıyla "türban serbest bırakılırsa şeriat gelir, İran oluruz" sözü içerdiği "korku" dışında bir anlam taşımıyor bana göre.

* * *

Şimdi de türban üzerine düşündüklerimi yazayım:

Öncelikle "türbanın" kendisini değil de onda ifadesini bulan düşünceleri tartışmak gerekiyor. Şu ana kadar yapılan tartışmalarda konunun özü ortaya konulmuyor, daha çok "biçim" ya da "görünen yüz"ü üzerinde tartışılıyor.

Aslında söz konusu olan devleti elinde tutanların tüm ülkede, siyaseti elinde tutanların onları destekleyen kitlelerde, aile reisliğini elinde tutan erkeklerin evlerinde hüküm sürdükleri "bir egemenlik, erk ve iktidar" sorunudur. Dahası bu "iktidar çatışması" tüm taraflarca "karşıtlarına" yönelik olarak değil de "kadın" üzerinden ve "kadını araçsallaştırarak" yapılmaktadır. Diğer yandan "türban" bir tür giysi, örtü olmanın ötesinde "simgeleştirilmekte" ve aslında onun kendisinde olmayan bazı özellikler ona vehmedilerek bir "politika aracı" haline getirilmektedir.

Bunların böyle yaşanmasından tarafların çok "açık ve somut çıkarları" var. Tartışmaya iki tarafı da "bu çıkar çatışması"nı açıkça ve doğrudan doğruya yapmak ve asıl yapmaları gereken "toplum olmanın gereklerini yerine getirmek" yerine, ringin kenarında birbirlerine söz atarak, toplumu oyalamayı yeğliyorlar; çünkü varoluşları ve iktidarlarını sürdürmek ancak bu şekilde mümkün olabiliyor.

Bence hangi tarafta yer alırlarsa alsınlar bu tartışmaya bu noktada katılan herkes onların "değirmenine su taşıyor".

* * *



Sonuçta şunlar ortaya çıkıyor:

İki taraf da aslında "özgürlüğü ve demokrasi"yi istemiyor; dahası bundan korkuyor.

İki taraf da, kendinden yana olanlar dahil "topluma ve onu oluşturan bireylere güvenmiyor" ve onları daima bir 'sürü' ve "iktidarını var eden bir yığın" yerine koyuyor.

İki taraf da "kaçamak oynuyor" ve asıl amacı "türban" değil, şu anda sahip olduğu "iktidar"ı ellerinde tutmayı hedefliyorlar.

İki taraf da hakları ve toplum içindeki varlığı itibariyle "kadın"ı bu toplumun unsurlarından biri olarak görmek bir yana "iktidar"ının en kolay somutlaştığı "egemenlik alanı" olarak görüyorlar.

Kendini iki taraftan birisine ait gören aslında "kadın" olduklarını unutan kadınlar da bu süreçte onların birer "askeri" haline gelerek oynadıkları rolle aslında kendi cinslerine ihanet ediyorlar, dolayısıyla içinde yer aldıkları topluma ve onun geleceğine duyarsız, yalnız "iktidar"ı iktidar olarak bırakma göreviyle yükümlü "militan" olmayı yeğliyorlar.

Oysa sorun "kişisel hak ve özgürlüklerin tüm boyutlarıyla varolması"dır.

Oysa sorun "demokrasinin tüm unsurlarıyla yerleşmesi"dir.

Oysa sorun "kadının bir cins olarak bu toplumun en temel unsurlarından birisi olduğunun kabul edilmesi, kadının toplumsal ve özel yaşamda 'kendinde bir birey' haline gelmesi"dir.

Oysa sorun "bir çıkar için çatışmak yerine toplum olarak kimsenin kendisinden bir şey vermek zorunda olmadan birleşebildikleri noktalarda sağlanacak bir 'uzlaşma ve barış ortamı'nın sağlanması"dır.

Ancak hangi taraftan olurlarsa olsunlar egemenlerin ve iktidar sahibi olmak isteyenlerin en büyük korkuları da bu noktalardadır.



Çünkü bu sorunlar ifade edilip çözümlendiğinde ortada "egemenlik ve iktidar" da kalmayacaktır.

Türbana bakınca ve türban tartışmasında tarafların sav ve savunmalarını duyunca benim aklıma bunlar geliyor.

Son söz: "Türkiye zaten İran'dır." Üstelik de gelecekte değil şimdi öyledir. Takacaksın diyenle takmayacaksın diyen de aslında aynı taraftandır.

Aslında ikisine karşı verilecek mücadele gerçek anlamda özgürlüğü, demokrasiyi, uzlaşmayı ve barışı sağlayacak ve kadın da toplumun "asli bir unsuru ve aktörü" haline gelecektir.

Onun için ben temel görevin "kadın"larda olduğunu ve kadınların bu sorunlarının çözebileceğini savunuyorum: Erkek, "erk"i sonradan "ek"lenerek "erkek" olan bir cinstir. Asıl erk sahibi olan "kadın"dır. İnsanlık tarihi bunu göstermektedir.

Dünyadaki "doğru bir şekilde kurulmuş insan ilişkileri ve bunun gündelik yaşama yansıyan boyutları" ancak kadının bu "erk"ini fark etmesi ve "gerçek gücünü ortaya koymasıyla" mümkün olacaktır.

Onun için "Türban tartışmasına" kendilerine dayatılan rollerle katılmayan kadınlarla, türban taktıkları halde yapılanları içine sindiremediklerini imzalarıyla açıklayan kadınların yaptıkları en doğrusudur, desteklenmesi ve ardında durulması gerekenler de onlardır.

23/02/2008

16 Şubat 2008 Cumartesi

"Yaşamak çok güzel"

Doğada, canlılar ve insanlar arasındayken her an iyiliği, güzelliği, doğruluğu "aramak ve bulmak" insana yaşadığını hissettiriyor...

SON günlerde sık sık kullanıyorum başlıktaki bu sözcüğü.

Genellikle içimden, ama bazen de yüksek sesle söylüyorum.

Eğer yanımda yöremde birileri varsa, onlara da duyurmaya, duygularımı onlara da "bulaştırmaya" çalışıyorum.Aynı şeyleri onların da hissetmesini istiyorum.

"Yaşamak çok güzel" çünkü... Yaşadığını hissetmek çok güzel!..

* * *

Doğa çok güzel, doğayı fark etmek onun canlılığını görebilmek, duyabilmek çok güzel bir kere...

"Yol'cu"yla gezerken doğanın tahrip edildiğini, giderek değiştiğini, bazı özelliklerinin yok olduğunu görüyorum. Deniz kıyılarında bile "kara iklimi"nin hüküm sürdüğünü gündüzle gece arasındaki sıcaklık farkından anlayabiliyom. Uzmanlar buna "küresel ısınma" diyor.

Bu ve benzeri belirtileri her an fark edip bu "kötü gidişi" anlıyor ve bundan dolayı insan soyunun geleceğini düşünerek bir "çaresizlik" duygusu içimi dolduruyor. Ama "doğanın direndiğini", "kendini yenilediğini" de fark ediyorum ve "yaşamak çok güzel" sözünü daha bir kuvvetlice söylüyorum.

Birden zamanını şaşıran bir tomurcuğun dalın kenarından "pırt"laması bazen bunun nedeni oluyor.

Kış uykusundan biraz erken uyanmış bir böceğin "ben buradayım, hâlâ yaşıyorum" der gibi ağacın kökünden dallarına doğru yavaş adımlarla yürümesi, bir arının yeni açmış bir çiçeğe konması, çok güzel olmasa da bir kelebeğin sıcağı hisseder hissetmez uçması bunun nedeni oluyor.

Güneşin en tepeye çıktığı anda denizin üstünü gümüş bir tabakayla kaplayarak onun üzerine kol kanat gerdiğini izlemek, tıpkı 20-30 yıl önceki görüntüyü bir kez daha ve aynen o zamanki gibi görmek bunun nedeni oluyor.

Aniden ortaya çıkan bir "alaca rüzgarın" gam kasavet dolu, ağırlaşmış havayı önüne katıp süpürmesini izlemek bunun nedeni oluyor.

O rüzgârın ardından, inen akşamla birlikte pırıl pırıl bir gökyüzünün ortaya çıkması, o gökyüzünde milyonlarca, milyarlarca aslında her biri "bir başka dünya" olan ama bize yıldız olarak görünen o koca evrene bakabilmek ve tüm bunların tanığı olurken iliklerinin titrediğini duyabilmek bunun nedeni oluyor.

İşte bu yüzden tüm soluğumla "yaşamak çok güzel" diye bağırıyorum sürekli, bazen sesli bazen sessiz.

Bazıları "deli mi bu adam" diye dönüp bana baksa da...

* * *

İnsanlar, onların yaşadıklarını hissetmek de "çok güzel"...

Herkesin kötü yanı var... Çünkü her biri, bir "insan"...

İnsan oldukları için de herkesin en az kötü yanları kadar, "iyi, doğru ve güzel" yanları var.

Onları görmek, keşfetmek, bulmak, hissetmek, anlamak çok güzel...

Seni seven, senin de sevdiğin bir dostunun yanından, ardında bir hesap, bir kırıklık, bir üzüntü bırakmadan, yeniden buluşacağına olan inancınla "gülümseyerek vedalaşabilmek" çok güzel.

Yıllardır görmediğin bir dostuna, bir arkadaşına rastladığında ona "sımsıkı sarılarak" yeniden buluştuğunu, onu sevdiğini hissetmek ve bunu ona hissettirmek, sanki dün bırakmışsınız gibi son bıraktığınız konuya, tam da bıraktığınız yerden yeniden başlayabilmek ve bir kez daha aynı şeyleri hissedebilmek, birlikte yeniden bir şeyler yapmaya başlamak çok güzel...

Yeni tanıdığın bir çocuğun, meraklı, sevgi, iyilik ve coşku dolu ilgisini çekebilmek, yere diz çöküp gözlerini onun gözü hizasına getirerek, dünyayı, evreni, yaşamı onun baktığı yerden ve onun gördüğü gibi görebilmek, sonra onunla düşler, oyunlar kurabilmek, onun aklına gelen bin bir soruyu bazen doğru, bazen yalan, bazen gerçek boyutlarıyla yanıtlamak, iki büyük insan, ya da iki küçük çocuk gibi onunla konuşabilmek, onun önündeki uzun geleceğin hayallerini onunla kurabilmek çok güzel... Yapabileceği pek çok şey varken sırasında bir sigara parası için bir sabun parçasından bir sanat eseri çıkarmayı yeğleyen ve böylelikle kendini pençesinin içine alıp öğütmek isteyen egemenlere karşı "varlığını koruyarak yaşamayı seçen", üstelik bunu yaptığından pişman olmayan, kendisi ve çevresiyle barışık bir insanı daha yakından tanımak, onun hissettiklerini anlayabilmek ve onun kendisini ifade edeceği yeni yolları birlikte keşfedip, onun için harekete geçmek, gücünün yettiği kadarıyla gereksindiği desteği sunmak onun bu

koşullar altında bile varoluşuna katkıda bulunmak çok güzel...

Belki de geleceğin bir büyük bilim ve araştırmacısı olacak olan gepegenç ve içi umut dolu, sürekli bir şeyler bulmak için çaba gösteren bir insanla hiç ummadığın bir yerlerde, bir anda yolunun kesişmesi, onunla sanat üzerine, felsefe üzerine, politika üzerine, ama illa da insan üzerine konuşabilmek, ondan bir dolu bilmediğin şeyi öğrenmek çok güzel...

Düş kırıklıklarını yaşayan umudunu tüketmiş, varlığının yaşamının kıyısına gelmiş bir insanı, bir söz, bir bakış, bir el uzatmayla durduğu yerden çekip çıkarabilmek, ona daha önce görmediği fark ettiremediği bir başka boyutu göstermek ve yaşama yeniden sarıldığını izlemek çok güzel...

Bir sanatsal üretim, bir düş ya da aslında "mümkün olduğunu" herkesin söylediği ama kimsenin bir ilk adımını atmadığı "başka bir yaşamı" gerçekleştirebilmek için inançla, çabayla, adeta taşı sıkıp suyunu çıkartarak biteviye ama mutluluk içinde çalışan bir insanla birlikte aynı doğrultuda emek dökmek, terlemek, yorulmak, yüz kez denediği ama başaramadığı bir buluş için deneyini yüz birinci kez yeniden baştan alırken onun inancını desteklemek, kendine güvenini sağlamak, başka açılardan bakması için katkıda bulunmak, sonunda başaracağı duygu ve inancını ona geri kazandırmak çok güzel...

Bindiğin belediye otobüsünde yaşı senin yaşına yakın güzel bir insanın, bu dünyanın güzelliklerinin farkına varan bir başka insana dönüp, "acı bir yemeğin onu birlikte yediğin insanın sohbetiyle nasıl tatlandığını" anlatması, onlara kulak misafiri olurken yalnız, tek olmadığını ve insan ilişkilerinin dünyadaki her şeyi çok güzel kılacağı inancının bir çok insanda olduğunu duyumsamak çok güzel...

* * *

Tüm bunları yaparken, altı aydır ağrısı geçmeyen boynundan yakınmamak, giderek daha zor yaptığın hareketlere rağmen yaşamın böyle de sürebileceğine inanmak, yüz çizgilerinin değişirken, saçlarının her gün daha fazla rengini yitirirken, belleğinin yakın geçmişini unuturken, eskiden yaşadıklarını daha çok ve ayrıntılı anımsadığını, dolayısıyla bedeninin bir çok hücresinin her an öldüğünü hissetmek, yani bir dönüşüme "adım adım" yaklaştığını fark etmek; ama bunun "doğallığını, olağanlığını" kabul ederek, böyle olmasının yaşamı "çirkin, kötü ve yanlış" kılmadığını düşünmek çok güzel...

Senin dışında varolan "çirkinlik, yanlışlık ve kötülüğe" karşı mücadele eden başka insanlarda da "aynı güzelliğin, doğruluğun, iyiliğin sürdüğünü" görerek başka paydaşlar, ortaklar, yoldaşlar bulmak, onlarla birlikte yürümek, üretmek, çalışmak, yaratmak çok güzel.

Yaşam işte bunlarla güzel...

Bize rağmen, bize karşın, bizim dışımızda yani bize bağlı olmadan da yaşam "kendinde" güzel.

Yapabileceğimiz tek şey onu "doğru yaşayabilmek"...

Başaramasak da en azından denemek...

"Yol'cu"nun yolculuğu bu yüzden...

16/02/2008

9 Şubat 2008 Cumartesi

Gelecekten vazgeçip bugünü kurtaranlar, dünü de yok ediyor...

Romalılar döneminden bugüne kadar gelen "Paşa ılıcası" ve çevresindeki antik kent; "kâr hırsı ve ekonomik gelişme" uğruna sular altında kalıyor...


ESKİ Yunanda "ölümün yasaklandığı ve vasiyetnamelerin açılmadığı yer" olarak bilinen Bergama Asklepion'una 18 kilometre uzaklıkta Romalılar döneminden günümüze kadar aktif biçimde varlığını sürdüren bir "ılıca" yani "suyla tedavi" uygulanan bir yer var. Adından sıkça söz ediliyor. Şu günlerde yeniden oldukça "popüler" oldu. Büyük medya da yazıp çiziyor, ondan söz ediyor. Adı "Allianoi" bu yerin.



10 yılı aşkın süredir yapılan çalışmalar sonucu gün ışığına çıkan İÖ 2. yüzyılda kurulmuş olan "bu antik kent" henüz herkesin bildiği, geçmişi anladığı ve öğrendiği bir ören yeri olamadan, bu kez toprak altına değil ama sular altına gömülecek. Çünkü yapımı tamamlanan "Yortanlı" sulama barajı için su tutulmaya başlandığında sular onun da üstünü örtecek.

Buna itiraz eden çeşitli gruplar var. Uzunca süredir, "Allianoi sular altında kalmasın" diyorlar. Taa Avrupa Parlamentosu'ndan bazı milletvekilleri de benzer şeyleri söylüyor ve "hükümetin dikkatini çekiyorlar" ve başbakana mektup göndererek "rica"da bulunuyorlar.

* * *

Ben de daha önce görmediğim "Allianoi"yi ve "Paşa Ilıcası"nı görmeye gittim. Hem de buraya "sadakat duygusunu ifade etmek isteyen" bir grup insanla birlikte. Ama doğrusu talepleri düşünce biraz şaşırdım ve umudumu yitirdim.

Allianoi'nin çok büyük ve gelişmiş bir antik kent olduğu yapılan kazılar sonucu yer üstüne çıkarılanlardan belli.

Paşa Ilıcası ise 1998'de işletmeye kapatılmış ama yarın açılsa kapandığı günkü gibi hizmet vermeyi sürdürebilecek durumda.

Bu kent aslında bir "sağlık kenti"ymiş. Başka bir deyişle en gelişmişlerinden birisinin çok değil 18 km. uzakta Bergama'da olduğu "Asklepion"lardan birisiymiş aslında.

Sizlerle benim de "yeni öğrendiğim buranın hikayesini" paylaşayım önce. Emekli de olsam bir hekim olarak ilgimi ve dikkatimi çekti. Belki de yine bir hekim olarak bunları sizlere benim anlatmam gerek.

* * *


Yılanlı asası ile bilinen "Sağlık Tanrısı Asklepios", Yunan söylencelerinde Apollon'un oğlu olarak biliniyor. Annesi Teselya kralının kızı Koronis. Tanrılara yakışır bir güzeldir Koronis; Apollon onunla sevişir ve onu gebe bırakır. Tanrının çocuğunu karnında taşıyan Koronis, Arkadya'dan gelen bir yabancıyla da birlikte olur.

Apollon'un "kutsal kuşu" bunu kendisine söyleyince Koronis korkunç bir cezaya çarptırılır. Bir odun yığının üstünde diri diri yanacaktır.

Koronis Apollon'un kararıyla Alevler içinde can vermek üzereyken Apollon, kendi çocuğunun da yok olmasına katlanamaz ve onu annesinin karnından çıkarır ve büyümesi için "At Adam Kheiron"a verir.

Kheiron Kronos'un oğlu ve tıbbın kurucularından birisidir. Sağlığın kaynağı doğada olduğu için Kheiron'un açık havada, güneşin altında yani doğanın içinde yaşamaktadır ve onun her türlü sırrına sahiptir. Şifalı sulardan ve otlardan sağlık için yararlanma yollarını çok iyi bilmektedir. Cesur ve bilge bir insandır aynı zamanda.

"Asklepios" adı verilen Apollon'un oğluna da bildiklerini yani hekimlik sanatını öğretir, onu usta bir hekim olarak yetiştirir, hekimliğin ve cerrahlığın bütün bilgilerine sahip kılar onu. Asklepios ustasından öğrendiklerinin üzerine başka bilgileri de ekler ve daha da öteye gider, ölüleri bile diriltmeye başlar.



Bu sır efsanede şöyle açıklanır: Tanrıça Athena, Gorgo canavarı öldüğü zaman bedeninden akan kanı toplamış ve Asklepios'a vermiştir. Gorgo'nun sağ tarafındaki damarlarda zehirli, sol tarafındaki damarlarda ise şifalı kan dolaşmaktadır. Asklepios bu şifalı kanla ölüleri diriltmektedir.

Bu ise dünyanın doğal düzenine aykırıdır. Yeryüzünün ve göklerin hakimi Zeus buna sessiz kalamaz. Düzeni bozan ve bir "tanrı" düzeyine varan bu "hekim"in aşırı gücünden kuşku duymaya başlar. Onu cezalandırmaya karar verir ve üstüne bir yıldırım salarak, yakıp yok eder. Apollon da ölümün elinden aldığı oğlunun öcünü almak için Zeus'a yıldırımı bağışlayan Kyklop'ları öldürür ve oğlu Asklepios'u gök yüzünde burçların arasına yerleştirir. O artık gerçek bir tanrıdır. "Asklepion"lar da onun sunak yerleridir artık.

Asklepios'tan sonra hekimlik sanatını kızı Hygieia (Yunanca sağlık anlamına gelir) ve oğlu Asklepiades de öğrenirler ve sürdürürler.

Asklepios adına yaptırılan tapınakların bulunduğu yerlerde kurulan sağlık yurtlarının en ünlüleri Peloponnes'teki Epidavros (Epidauros), Hippokrates'in görev yaptığı, Gökova Körfezi'nin ağzındaki Kos Adası (İstanköy) ve Bergama'dadır.

Asklepios'un sembolleri arasında; yılan, tas, asa, köpek ve horoz görülür. Asklepios heykellerinde sakallı elinde yılan sarısı asa, büyük ve sade harmaniye, ayağında büyük sandallar ile görülmektedir.

* * *

İşte bu merkezin kuruluşundan çok değil iki yüz yıl sonra kurulan Allianoi de o günün önemli sağlık merkezlerinden birisidir.

Ben orayı görmeye gittiğim zaman küçük bir oyunla Allianoi ve ona yapılanları anlatan "İzmir Çiğli Tiyatro Evi Kültür Merkezi" oyuncularının da gösterdiği gibi buraya ölmek üzere olan insanlar gelmekte ve burada tedavi olarak yaşama geri dönmektedirler.

Bunu öğrenince Allianoi'ye yapılanın benzerinin en azından son beş yılda hızla tüm sağlık alanına yapıldığını anımsadım.

Bu sağlık merkezini yok edenler, bugün ülkenin sağlığını da "piyasa ekonomisi"ne terk ederek aynı şeyi yapıyorlardı. Yani dünün ve bugünün sağlık merkezleri, hatta toplumun sağlığı tıpkı o oyunda gösterildiği gibi birilerinin çıkarları için yok ediliyor.

* * *

Aslında bir benzerlik daha var oraya olanlarla sağlık alanında yaşadıklarımız arasında; yapılan yıkıma karşı çıkış biçimleri her iki alanda da hemen hemen aynı.

Allianoi'ye sahip çıkan insanların çoğu bu sağlık merkezinin "toprağın altından çıkarılarak korunmasını" istiyorlardı. Ama "sulama barajının gereksizliğini" yeterince dillendirmiyorlardı. Başka bir deyişle "baraja karşı çıkmadan" antik kentin korunamayacağının farkında değillerdi sanki. Diğer yandan aynı "koruyucular" artık kazılmaktan vazgeçilmiş bu ören yerinde serbestçe dolaşarak verdikleri tahribatın da farkında değiller.

Mevcut iktidarın "sağlık alanında yaptığı ve sağlık hakkını ihlâl eden yıkıma" itiraz edenlerin çoğu da "bunu yaratan sisteme" ve "bu sistemin insana yönelik saldırısına" pek de ses çıkarmıyorlar. Oysa bugün tarım için sulama barajıyla su tutmanın tarımı geliştirip geliştirmeyeceğini öncelikle tartışmak gerekiyor bence. Yoksa barajın varlığını "verili durum" kabul edip; "ama burada olmasın, başka yerde olsun" demek oradaki iki bin yıllık kültürü kurtarmaya yetmiyor.

Ekonomi bunu "reddediyor" ve antik kenti "sular altında" bırakıyor.

* * *

Bu tutum bir başka "çifte standardı" da yansıtıyor. Allianoi ya da Hasankeyf'e "sadık olanlar" buralardaki "geçmiş kültürün korunması" için ellerinden geleni yapıyorlar ama, onların bugüne kadar ulaşanları da içinde olmak üzere pek çok farklı "kültür ve değerin, hatta yaşamsal gerçekliğin" ortadan kaldırılmasına ise ses çıkarmıyorlar.

İşte o zaman "çıkarı ve kârı için yıkmaya programlanmış" bu egemen sistem gelecekten vazgeçip, bugünü kurtarmayı yeğliyor ve bunun için dünü yok etmekten çekinmiyor.

Bence bu yüzden Allianoi'yi ve Hasankeyf'i kurtarmak "barajlara itiraz ve muhalefet etmekten" geçiyor.

Yoksa onu biraz ileriye, biraz geriye çekerek mevcut değerler korumuş olmuyoruz.

Pek çok başka örnekte olduğu gibi...

09/02/2008

2 Şubat 2008 Cumartesi

"Gezerken'in encamı: Bir yıllık rapor"

Bence herkes gerek günlük gerekse daha uzun dönemler için mutlaka bir "öz değerlendirme" yapmalı; bunun "insan" olarak üstlendiğimiz sorumluluğu sorgulamanın da bir gereği olduğunu düşünüyorum...



ÖNCEKİ yıllarda yani aktif olarak çalıştığım dönemde yıl bitince, bunları gerçekleştirdiğimiz yapıların yani "hastane, merkez, dernek ve vakfın" ortak bir "çalışma raporu"nu hazırlar, ilgili kurumlara da yollardık. Bu raporların her yıl ki içeriğinin büyük bölümünü, yaklaşık 1992'den beri ben üstlenirdim. Böylelikle neler yaptığımızı bütüncül bir şekilde görür ve değerlendirme olanağı bulurduk.

Bunu yapmanın bireysel anlamda kendi çalışmalarımı irdelemek açısından da anlamlı, önemli ve yararlı olduğunu düşünürüm.



Emekliliğimin ilk yılında artık bir "resmi çalışma"m yoktu. "Gezerken"i düzenli izleyenler biliyor, elimden geldiğince gücüm yettiğinde boş durmuyor ve sürekli olarak bir şeylerle uğraşıyor ve ya bir takım işlere katılıyor, ya da kendi istediklerimi, bazen tek başıma, çoğunda da başka insanlarla gerçekleştirmeye çalışıyorum.

Öte yandan 2007 yılı benim yeryüzünde bir insan olarak varlığımın da 50. yılıydı. Bu yıl içinde yaptıklarımı "rapor" tarzında ortaya koyarak kendimi değerlendirmenin yerinde olacağını da düşündüm ve bunu yaptım; sonunda bir rapor ortaya çıktı.

Eğer sonrasında da sürdürebilirsem, bu raporların sonraki yıllarda kendime ve yaptıklarıma bakmamı, dolayısıyla daha bütüncül değerlendirmemi de sağlayacak.

* * *

Bu raporu yazarken "iki işe" daha yarayacağı aklıma geldi. Birincisi benim "neler yaptığımı merak edenler"e bir toplu yanıt vermiş olacaktım, ikincisi ise "bir örnek oluşturmuş" olmak.

Gerçekten de herkes gerek günlük gerekse daha uzun dönemler için bir "öz değerlendirme"yi mutlaka yapmalı bence. Bu "insan" olarak üstlendiğimiz sorumluluğu sorgulamanın da bir gereği de.

Yaptıklarına bakmak, onları rapora dökmek için mutlaka kurum olunması gerekmiyor; bunlar ayrıca bir belge ve tarih için veri de oluşturacak, dolayısıyla "sözlü kültürden yazılı kültüre geçmemizi" de sağlayacak.

Raporu yazmak kolay olmadı kuşkusuz. Ağırlıkla ajandamdaki kayıtlardan ve katıldığım çeşitli etkinlikler için tuttuğum notlardan yararlandım. Bazılarında yalnız tarih, yer ve konu başlığı vardı. O durumlarda da belleğim olabildiği kadarıyla yardımcı oldu. Dolayısıyla unuttuğum etkinlikler, çalışmalar konular olması doğal. Ama her şeyi tümüyle yansıtmak da kuşkusuz bir rapor çerçevesinde ne olası, ne de doğru.

Raporu bazı arkadaşlarıma dostlarıma gönderdim. Bazıları raporu okuduktan sonra, sağ olsunlar bana yanıt da verdiler.

Değişik tepkiler de aldım. Dostlarımdan birisi raporu okuyunca "sen benden de delisin" dedi. Ben de ona "delilerden zarar gelmez merak etme" diye yanıt yazdım.

Evet yaptığım bazıları için anlamsız, aptalca ya da bir delilik olabilir ama benden başkasına zararı yok bence. Yararlanmak isteyene ise yararının bile olabileceğini düşünüyorum. * * *

2007'yi bitirdikten sonra şöyle sırtımı arkama yasladım ve düşündüm; "bütüncül" olarak ve uzaktan, dışardan bakınca 2007'nin "bitişlerin ve yeniliklerin" olduğu bir yıl olduğunu fark ettim.

İnsanı ve yaşamın anlamlandırma yolunda bu zengin bir yıl oldu 2007 benim için. Bazılarını ben keşfettim, bazıları gelip beni buldu, yine de anlayamadığım, bilemediğim bir çok şey olduğunu gördüm. Raporun en özeti sanırım bu!...

Burada sizlere bazı satırbaşlarını aktararak, "Gezerken"in düzenli okurları için de "hesap verme" görevimi yerine getirmek istiyorum.

Yıl içinde çevremde, tanıdığım, bildiğim, dost olduğum insanların arasında "dördü çok acıtan" sekiz ölüm yaşadım. Gerçekten ömrümün neredeyse yarısını verdiğim ve "iyi ki bunu yapmışım" dediğim bir işi bıraktım. "Bitişlerin" bir bölümü bunlardı.

"Yenilikler"e gelince, en önemli iki tanesinden ilk ağızda söz edebilirim: Yeni bir "kitabım" oldu. Bu katkıda bulunduğum kitaplar dışında, bana ait dördüncü kitabımdı. "Medya için Sağlık, Sağlık için Medya" başlıklı bu kitap Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin bir yayını olarak 2007 nisanında piyasaya çıktı.

Kimse görmedi belki, ya da gördüler de "görmezden geldiler!". BİA, Bizim Gazete, Birgün ve İstanbul Tabip Odası'nın yıllarca emek verdiğim "Hekim Forumu" dergisi dışında ne sağlık ve tıp ortamından ne de medya cephesinde dışında kimse söz bile etmedi. Ama ben bunun önemli bir boşluğu dolduracak bir kitap olduğunu iddia ediyorum.



Diğeri ise "Yol'cu"yla çıktığımız "yolculuk"tu. 17 Mayıs'ta başlayan ve yıl sonuna kadar yaklaşık 7,5 ay süren yolculuk sırasında toplam "beş" çıkış yaparak 8417 km. yol katetmişim. Ortalaması alındığında bu rakam çıkış başına:1683 km.yol yaptığımı gösteriyor.

Bunun dışında çeşitli etkinlikler ve çalışmalar nedeniyle, "uçak, tren, otobüs" gibi toplu taşım araçlarını kullanarak da çeşitli yerlere yolculuklar yaptım 2007 boyunca. Tahran(İran) yolculuğu dışında yurt içinde toplam 34 yolculuk yapmış ve böylelikle 11 farklı merkeze ulaşmışım. Bunların arasında İstanbul dışında, Ankara, Antalya, Diyarbakır, Elazığ, Tunceli, İzmir, Konya, Kayseri, Eskişehir, Manisa, Muğla var.




Yine tüm bu bir yıl boyunca sürdürdüğüm faaliyetler sırasında toplam olarak 8 panelde konuştum, 1 sohbet toplantısı gerçekleştirdim, 5 seminer ve konferansta sunum yaptım. Başka bir deyişle 14 kez insanların karşısına "program dahili" olarak çıkıp bildiklerimi, düşüncelerimi ve öğrendiklerimi paylaştım.

Ayrıca 16 yürüyüş, miting ve gösteriye; toplam sayısı 30' a ulaşan seminer, konferans, sempozyum, kongre, kurultay, genel kurul toplantısı, tören, açılışa; 49 ayrı yönetim kurulu, genel üye toplantısı, grup çalışması ve toplantısı, forum, atölye çalışması, basın açıklaması türünden etkinliğe katıldım ve yine toplam sayısı 65'i bulan küçük gruplarla çeşitli konularda çalışma toplantıları yaptım.

Yıl içinde radyo tv ve medya organlarıyla da ilişkilerim oldu, çeşitli yayınlara katıldım. Bunların da toplam sayısı 25'i radyo 4'ü tv olmak üzere 29.

Bizim Gazete'deki "Sağlık için Medya, Medya için sağlık" köşesinde 50, "Sağlıklı Sağlık Medyası" konusunda 31 ve "Gezerken/ "Yol"cu'nun Yolculuğu " bölümünde 19 olmak üzere BİANET'te de 50 olmak üzere 100 köşe yazısı ve her iki yayın ortamında toplam 12 ayrı haber yazısı, ve diğer dergilerde ve çeşitli kitapların içinde bölümler de yayınlanan 6 yazı daha olmak üzere, internet aracılığıyla ulaşılabilen toplam 118 yazı yazdım.

Bu zaman zarfında sosyal ve kültürel etkinliklerden de geri kalmadım. Çünkü birşeyler verebilmek için "beslenmek" de gerekli. Benim bu yıl ki "düşünsel" besinlerim çeşitli konularda 38 kitap, ve 59 film, 9 dinleti, 3 tiyatro ve müzikal, 10 sergi olmuş. Dergiler gazeteler bunların dışında. Ayrıca dostlarla, arkadaşlarla, resmi gayrı resmi 65 yemek, parti, kokteyl de bu beslenmenin bir diğer "gerçek" boyutunu oluşturuyor.

Unutmadan ekleyeyim, tüm bu etkinlikler sırasında kendi dijital fotoğraf makinemle 2444 kare de fotoğraf çektim. Aletin "numaratörü"nün yalancısıyım. Ayrıca sorumluluğunu üstlendiğim birisi kendime ait 6 internet sitesinin düzenli ve sürekli güncellenmesi işini de bu bir yıl içinde sürdürdüğümü tüm bunlara eklemeliyim.

Bu "Gezerken"i yıllık kişisel raporumun sonuna yazdıklarım şöyle, burada da yineliyorum:
"Tüm olumsuzluklarına ve yapılamayan çok iş kalmasına karşın 2007'de yaptıklarıma ve yaşadıklarıma "iyimser" bir bakışla bakarak "yaptıklarım yapacaklarımın garantisidir" diyerek bitirmek istiyorum. İlginiz ve merakınız için bir kez daha teşekkürler."

02/02/2008