22 Ekim 2007 Pazartesi

Yola düşmek ve işlere yoğunlaşmak keyif veriyor

Güzel bir aydı Eylül ayı.

"Yol'cu"nun "İstanbul Molası" güzeldi.
Dostluklar arkadaşlıklar, "uzakta" olunca daha çok hissediliyor, daha iyi anlaşılıyor.
Ve tabi sonrasında da "ne yapıp yapıp" buluşuluyor.
Buluşulamazsa bile, haberleşmek, ne halde olduğunu öğrenme gereksinimi kendini daha bir sıcak ve yakıcı olarak hissettiriyor.
Bir "merhaba ve nasılsın" sorusu, insanın varolduğunu ve "iyi olduğunu" en önce kendisine hissettiriyor.
AKM'de İstanbul Bienal'ini gezerken o "merhaba"yı diyen Mahmut, illa görüşelim deyip davet eden "Zümrüt, Fatih" ve daha niceleri...

Paylaşılan dertler, sorunlar, sorunlara çözüm bulunamasa paylaşmak, şöyle ya da böyle verilen destekler, dayanışmalar, küçük rota sapmalarına yapılan yerinde ve gerekli müdahaleleler, sevinçler, üzüntüler...

Sonra "koca" İstanbul'da kesişen yollar, küçük rastlantılar...

Yaşanan bir dolu güzellik, çekilen bir dolu fotoğraf, arada gündeme gelen bir dolu iş, kimi kırılmaların, bozulmaların ayrımına daha yakından varmak...

Yaşam ve yaşamak "işte" bu...

Eylül sona erip de Ekim'den bir haftayı daha önce Sevgili Hırant, sonra da Belgesel Sinema Festivali'nin o güzelim filmleri nedeniyle çalmak...
Hırant'ın "Kırlangıcın Yuvası"nı sevgili Bülent Arın'ın gözünden görmenin ve sevgili Şehbal'le duygu dolu bir ortamda izlemenenin buruk, insana yapmadıklarını bir kere daha hatırlatan güzelliği...

Artık demir almak günü gelmişse zamandan...

Yola çıkma zamanı geldiğinde, artık gitmek gerektiğinde durmamanın farkına varmanın yarattığı ivmeyle yeniden yollara düşmek...

7 Ekim pazartesi sabahı ufukta birleşen yolun iki kenar çizgisini görmenin, onların iki yanında göz alabildiğince, toprağı, göğü, doğayı, bütün bunların arasında yol alan yaşamı, o yaşamın içindeki hep hareket halinde olan "Yol'cu"yu ve onun içinde umutları, düşleri, planları yapmak istedikleriyle insanın kendini bir kez daha derinden yakalaması...

En içten, en yürekten, en yüksek sesle atılan bir çığlık, bir haykırış: Yaşam ve yaşamak çok güzel... Ben böyle yaşamayı seviyorum... Rastgele!...

Küçük bir mola ile varılan Adapazarı, Akyazı, Küçücek...

Seni sevdiğini sana hissettiren insanlarla bir kez daha buluşmak, onların suyunu içmek ekmeğini yemek, onların yetiştirdiği kokulu üzümleri tatmak ve küçük meraklar, küçük söyleşiler, umutlar, düşler, düş kırıklıkları...

Ve ertesi günü yeniden yollara düşmek...

İş zamanı! Çalışma, buluşma zamanı... Buluşmak ve çalışmak gerek...

İşte o yüzden verilen ikinci molanın yeri "Ankara".

Sevgili Eriş. Bir paylaşım ve gerçekler.
Sevgili Altan. İşler birlikte yapılacaksa derdini anlatmak gerek.

Tabii bir de resmi ve gayriresmi buluşmalar...
Sağlık Bakanlığı, BUlaşıcı Hastalıklar Şubesi, Hasta Hakları Birimi...
Planların, işlerin, düşlerin bir de böyle konuşulması ve paylaşılması...

Yapılan küçük bir dost ziyareti ile, yine seven ve sevilen insanların mutluluğuna neden olmak ve o kısacık anda mutluluğu paylaşmak.

Ve planlanan ama gerçekleşmeyen buluşmaların burukluğu, hüznü...

Ama Sakarya Caddesi'nin birahanelerinde Ankara'nın lacivert gecelerini başlatıp, karavanın yatağında tamamlanan günler...

Üçüncü günün sabahı yine yollar...

Anadolu'nun içlerine uzanan ilçe yolları, köy yolları, stabilize yollar, kaybedilen sonra bulunan yollar...

Geçilen yoksul köyler... Doğanın ve onun içinde insan elinin yarattığı "eşitsizlikleri" bir kere daha, bin kere daha fark etmek...
Ocak kokuları, hayvan kokuları, tezek kokuları, arada canım toprağın kokusu... zaman zaman çok güzel, zaman zaman acı kaynak sularının tatları. Toprak, gök ve ikisini bölen bir kara yol. O kara yolda bir yol bulan ve tutturan "Yol'cu" ve ben.

Ve Yunak...

Çok sevdiğim bir dostumun iki yılı aşkın bir zaman görev yaptığı KOnya'nın Yunak adlı küçük kasabasında bir iz arama serüveni...
İnsanın kendisiyle giden ve de gitmeyen yaptıkları...

Bir yazıyı o anı yaşarken düşlemek ve birden bir acı haberle, acı düşlerden acı gerçeklere yeniden gark olmak...

Hırant'ı, İlhan'ı kaybetmenin ardından bir de erken gelen Mehmet Uzun'un kaybını duyup kahrolmak.
Bir ışığın sönmesi... Bir çok ışığın titremesi...
"Tam kenarında gelmiştik" diye düşündüğüm barış mumunun bir daha sönmesi ve yeni bir çatışma ortamına herkesin koşarak yönelmesi...
Savaş, acı, yıkım, kan gözyaşı ile dolu günlerin korkusunu taa içinde bir kez daha yaşamak...
Bir film şeridi gibi o tehdidin altında oynayan, bağıran ama barış dolu bir yarına yönelik isteği haykıran küçük çocuklar, acılarını yüreklerine gömmüş annelerin bilgece söyledikleri...

Ve Diyarbakır!...

Acıdan yorulunan bir günün gecesinde dünyaya başka bir yerden bakan "Hoca Nasrettin"in yanına varış... Başka bir bilgeliğin insan beş altı duyusuna birden ulaşan uyarıları...
Kentin içinde yaşamı bir anda yok, bir anda var eden dinin kurallarını gözlemlemek ve kendi kendine "Bu nasıl bir iştir" diye sormak...

Ertesi günü yeniden düşülen yollarda, bu kez giderek yok olan, biten, sönen, sonra eren bir "doğa" parçasının acısını görüntülemek zorunda kalmak... Oysa o gün "Bayram!"

Ördeklerin, karabatakların, martıların imdat çığlıkları arasında kuruyan, ilerilere çekilen, ölmeden önceki son hareketsizliğini yaşayan bir göl: Beyşehir gölü...
Boynu bükük, artık bitemiş bir balıkçılığın köhnemiş mirasları, balıkçı kayıkları, parçalanmış ağlar...
Ağlamayı bile unutturan, anılarda kalan eski görüntülerle uyuşmayan bu gerçekliğe karşı okunan "bir lanet"...
Kaybedilen karşısında yaşanan çaresizlik... Bir daha bir daha, bir daha ve hep!

Kaçarcasına uzaklaşma isteği ve yola devam ediş.

Daha önce geçilmemiş bir yoldan Toroslara tırmanırken, ortalığın yeniden yeşillenmesinin, dağların direncinin farkına varılması... Yükseldikçe yeniden güzelleşen, sanki daha yukarılara tırmanarak insandan, insan eliyle gelecek olan "son"dan, günü dolmuş, tüfeğinde mermisi bitmiş bir "eşkiya" gibi kaçan "doğa"... Küçük buluşmalar... Derebucak'ta, Çamlık'ta, Bademli de, Süleymanlı'da...

Duygularımı anlayıp birden kararran gökyüzü ve sesszi bir ağlayışı andıran incecik bir yağmur...
O yağmurda yürüyen yalnız bir adamın kalkan eli... Bir "merhaba"!. Önce soğuk, sonra giderek ılıklaşan, ısınan ve sıcaklaşan bir "yol ve yolculuk sohbeti"... Birden bir çantadan çıkan bir şiir kitabı...

-"Ben sıkılınca şiir söylerim... Çobanlık yaparken başladı bu alışkanlık..."

"Şiir söylemek"...

O toprakların bir geleneği... bir alışkanlığı yaşamın bir unsuru... Şemin Girgin...

Onun tek farkı... birileri desteklediği için 72 sayfalık bir kitaba dönüşmesi...

"Elimde kağıt destan okurum
Kalem ile halı dokurum
Kendi elimle kazılan çukurum
O garip ben işte"


diyen Şemin Girgin'le Cevizlik'te ayrılmadan önce içilen iki bardak veda çayı..
Sonrasında bir fotoğraf ve bir el sallaması...

Dolana dolana bir inişten sonra Akseki'nin yavaş, durgun ama çok derinlerdeki kıpırtısının hissedildiği henüz "bozulmamış" bir Anadolu kasabası... Bir sinema seti gibi... Bir aşk hikayesi anlatırken kendi hikayesi de anlatılacak bir iç akdeniz kasabası... Yaşlı bir kasaba, görmüş geçirmiş bir kasaba... Gençleri artık çoktan kaçmış, belki ilçe olmaktan bile çıkmış, ama asırlık bir ağaç gibi "dünya yıkılana kadar ben burada duracağım" diyen bir yer... O yerin bir insanın "hüznü"ne benzeyen "hüznü". Sonra ancak Nuri Bilge Ceylan'ın fark edebileceği yarım ama "genç" bir gülüş...

Yolun sonu "Manavgat"...

Kısa bir mola... İnternet... "Uygar dünya"dan alınan haberler...
Biraz ilerde Belek'te Kadriye Belediyesi'nin lüks otellerin plajlarını aratmayan donanımıyla pırıl pırıl, her yanı temiz, hizmet eden insanları dost ve güler yüzlü bir yer ve orada "yalnız" geçen ama çoklukla paylaşımın düşlendiği bir haftasonu... Hatta bayramın son iki günü...

Sonra 30 kilometre uzaktaki Antalya'ya varış.

Dostluklar, arkadaşlıklar, yapılması gerekenler ve yapılanlar.
Nuri bey, Antalya Hasta ve Hasta Yakını Hakları Derneği, Diyabetin kaygısı, Hasta Hakları Dergisi, Martı FM 98.0 de Murat Yıldırım ve Mürüvvet hanımla 45 dakika süreyle 26 Ekim hasta hakları günü münasebetiyle sağlık hakkı, hasta hakları ve sağlık sistemi üzerine hoş ve spontan bir şöyleşi. Konuşmanın paylaşmanın güzelliği...

Dostluklar, arkadaşlıklar, yapılması gerekenler ve yapılanlar.
Mücella, Başak ve Tuncay Soydan... Gülseren Hanım; eski ve yürekli bir hemşire, hasta hakları gönüllüsü, bir balıkçıda yenilen akşam yemeği, "ne olacak bu memleketin hali"ve nefis bir balığın nin meze olduğu üç kadeh rakı...

Sonra I. Uluslarası Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Kongresi...
Sevgili Ayşegül Demirhan Erdemir, Murat Civaner, Nüket Örnek Büken, Hafize Öztürk, Yaman Örs, Arın Namal... Öğrenilen, farkına varılan yeni bilgiler... Yeni gerçekler... Yapılanlar ve yapılamayanlar... Eksikler ve yanlışlar... Birim ve Akademia, Akademia ve toplum....

Hayır, Hayır, Hayır...

Kongrenin 2. gününe denk gelen 5,5 saatlik bir Konya yolculuğu. "Yol'cu" olmaksızın...

Ve Konya...

Yine "Dostluklar, arkadaşlıklar, yapılması gerekenler ve yapılanlar"

Toplum Sağlığı Araştırma ve Geliştirme Derneği, Konya-Karaman Tabip Odası, Konya Gazeteciler Cemiyeti, Selçuk Üniversitesi Basın ve Yayın Fakültesi...

Sağlık için Medya, Medya için Sağlık.

Önce Konya Televizyonu'nda cuma gecesi tam 1,5 saat "Sağlık AKtüel" adlı canlı yayınlanan sağlık programına konuk olmam ve Konyalılara bir de buradan seslenme fırsatı bulmak...
Sağlığı ve medyayı bir arada dert edinen insanların; "Nazmi Zengin'in, Fatih Kara'nın, Oktay Sarı'nın, insanüstü çabaları... Hem tv programı, hem de seminer için, öncden bildiğim ama bir kez de yakından tanık olduğum çabaları...
"Hiç bir emek boşa gitmez" sözünün bir kez daha doğrulanması...
Az ama öz bir bilgi ve deneyim paylaşımı... İyi yapılan bir işin onuru ve keyfi...

Bir göz açıp kapamada sonlanan 365 kilometrelik dönüş yolu...

Yeniden Antalya'ya varış...

Yaşam ve yaşamak "işte" bu...

NOT: Anlatılanlarla ilgili ayrıntıları, örneğin fotoğrafları görebilmek ve programa dair bilgileri öğrenmek için listeye üye olabilirsiniz...

Hiç yorum yok: