23 Aralık 2007 Pazar

“Fark etme, anlama, öğrenme ve biriktirme”

Bir ay sonra yeniden birlikteyiz işte.

Bir önceki “bilgi notu”mda “Geliyorum. Gidiyoruz” demişim.
İsterseniz Sezar’ın söylediği gibi söyleyeyim: “Veni, Vidi, Vici.”
Yani “Geldim, gördüm, yendim!”

Ama öyle değil. “Geldim, gittim.”
“Yenmedim” yani. Çünkü yenecek bir şey yok. Yaşam akıp gidiyor. Üzerimize aldığımız, kendi kendimize verdiğimiz sorumlulukların peşinde “geliyoruz ve gidiyoruz.”
Yaşam zaten bundan ibaret!...

Evet, “geldim ve gittim”.
Ama bu sefer “Yol’cu”suzdum.
Başka bir deyişle “Yol’cu” Manisa’da “Barış Alanı”ndaydı.

Ben ise yine yollarda ve işlerin ardında.
21 Kasım sabahı “puslu” bir Ege gününde ayrıldım Manisa’dan. İstanbul’un yoğun trafiğiyle cebelleşmeye başladığımda “gece” olmaya başlamıştı.
Gündüz ve gece fark etmiyordu; trafik açısından. Her zaman “yoğun”, her zaman “tıkalı”ydı.

Tıpkı “kapitalizm” gibi. Eğer “elde edeceğin bir rant” yoksa her zaman “mağdur”u oluyorsun bu hareketliğin, ya da daha doğru bir deyimle “hareketsizliğin”.
Ama aynı zamanda eğer bir elde edeceğin bir “rant” söz konusuysa bu durum kazancını katlamanı sağlıyor. Üstelik yalnızca sen değil, bu süreçle hiç ilgisi olmayanlar da sana kazandırıyor.

Kazanmak istemediğim gibi birilerinin kazanmasına “yol açan” da olmak istemiyordum.
Onun için her türlü “tıkanıklık”tan kaçıyordum.
Ama insan “kendisinden kaçamıyor.” Hele hele kendini bir şekilde bazı işlerin “sorumlusu ve görevlisi” olarak tanıtınca bu mümkün değil.
Onun için yeniden”İstanbul”daydım.

Bu ayın son günü ve gelen ayın ilk gününe yayılmış İstanbul Barosu’nun “Sağlık Hukuku Sempozyumu”nda bir konuşmam vardı.

İstanbul’dan uzaktayken eksik bıraktıklarımı tamamlarken, bir yandan da bu sempozyumdaki “konuşmam ve sunumumu” düşündüm. Önümde iki seçenek vardı: İlk seçeneğim izleyenleri heyecanlandıracak ve korkutacak, biraz da “sansasyonel” bir sunum yapmaktı. Herkesin hoşuna gideceğinden emindim. Epey ses de getirirdi. Ama bu, “tarz” olarak acaba bana uyar mıydı. Bunu çok düşündüm. Konuyla ilgili bazı arkadaşlarımla tartıştım.
İkincisi ise “bilgi aktarımı”na dayalı “klasik” ve “benim her zaman yaptıklarıma” benzer bir sunum seçeneğiydi. Bu kolaydı ve hemen yapılabilirdi.

Kararsızlığımı aşmama duyduğum bir haber yardımcı oldu.

Adımı vermese de Sağlık Bakanı bir televizyon söyleşisinde benden söz etmişti.
Dahası bilgisizliğini ortaya koyan bu sözlerine HAYAD yaptığı resmi açıklamayla bir yanıt vermişti.

Şöyle diyordu HAYAD:
“TV8'de 28.10.2007 tarihinde yayınlanan “Bunu Konuşalım” adlı programa Sayın Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ katılmıştır. Seyircilerin bir sorusu üzerine HAYAD ile ilgili yanlış bilgiler vermiştir.
HAYAD kurucuları arasında "doktor" bulunmamaktadır.
Ancak; HAYAD üyeleri arasında "sağlık personeli" vardır ve de olmaları yadırganmamalıdır. Hasta hakları örgütlenmeleri "doktor" karşıtı örgütlenmeler değildir, olamazlar da.
Hele de sayın bakan'ın "HAYAD KURUCULARI ARASINDA TTB AVUKATLARI VARDIR" şeklindeki ifadesi tamamıyla gerçek dışı olup, HAYAD'ı kamuoyuna ve TV8 izleyicilerine yanlış tanıtmaya yönelik açık bir karalamadır.
1997 yılından bu yana faaliyet gösteren derneğimiz, toplum bilincinin geliştirilmesi, hasta haklarının tanınması duyarlılığın arttırılması için çok sayıda etkinlik yapmış ve yapılan etkinliklere katılmıştır.”

Bakanın bu konuda olduğu gibi başka konularda da bilgi eksiklikleri vardı. Daha doğrusu kamuoyuna yönelik yanlış bilgilendirmeleri vardı. İşte onları ortaya koymam gerektiğini düşündüm. Sağlık Bakanlığı’nın sanki kendi düşünceleriymiş gibi sundukları “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın gerçek yüzünü ortaya koymaya yönelik bir sunum yapmaya karar verdim. Çünkü zaten sunumumun başlığı “Sağlıktaki Değişikliklerin Sağlık Hakkına Etkisi”ydi.

Oldukça olumlu tepkilerin ve geri dönüşlerin olduğu bir sunumdu.
Salondaki yüze yakın izleyici etkilendi. Baronun sayfasında haberi de yapıldı.

Sempozyumun ikinci günü akşamında sempozyumu düzenleyen komisyonun verdiği Baro yöneticilerinin de katıldığı yemekte konunun sempozyumda gündeme gelmeyen yönlerini konuştuk.

O haftanın içinde dernekle ilgili çalışmalar vardı.
Tabii ki “Sanat ve Kültür”ün beşiği olan İstanbul’da olmanın avantajlarından da yararlanmayı ihmâl etmedim. Sinemalarda oynayan filmler ve artık kışın gelmesiyle birbirinin ardı sıra yapılan “film festivalleri”ndeki filmleri kaçırmamaya çalıştım.

Bilgi Üniversitesi “İnsan Hakları Merkezi”yle sürdürdüğümüz çalışmalar konusundaki görüşmeler, buluşmalar, konuşmalar da bu hafta içinde gerçekleşti.

Sonra 4 günlük “Ankara” yolculuğu girdi araya.
Bunun ilk gününde Sağlık hakkı hareketi Derneği adına, Birleşmiş Milletler tarafından ortaya konulan ve Türkiye’nin de 2002 yılında imzaladığı “Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Sözleşmesi”yle ilgili bir “alternatif rapor” hazırlamaya yönelik bir etkinliğe katıldım.
Güzel ve benim için öğretici bir toplantıydı. Ama aynı zamanda önemli katkılarda da bulunduğum bir toplantı oldu.
Ertesi günü “Eksi Onsekiz Medya Grubu”nun yaptıklarıyla ilgili bir basın açıklamasını izledim. Çocuklar tek kelimeyle “muhteşem”diler. Neler olduğunu yandaki “gezerken” yazılarını tıklayarak öğrenebilirsiniz.
Son iki günde ise konu “HIV+ ve AIDS”ti. Ulusal AIDS Komisyonu’nun çalışmaları bağlamında yapılan bu iki günlük etkinlikte yine SHHD adına olması ve yapılması gerekenleri ortaya koymaya çalıştım. Ne kadar anlaşıldı, onu bilmiyorum. Ama benim “anlatma” noktasında bir sıkıntım olmadı.

İstanbul’a geri döndüğümde programda birbirinin içine giren çok sayıda etkinliğin olduğu bir hafta sonu söz konusuydu. Katılmam gerekenleri değil de “en önemli” olanı saptama ve ona katılma anlamında epey zorlandım.
Sanırım başardım. Benim dışımdaki zorunluluklarla, kendi kendime koyduğum zorunlulukların dengesini bulmaya çalıştım. Sonuçta Boğaziçi Üniversitesi’ndeki “Yoksullukla Mücadele Ağı” toplantısı, “Yeşillerin Partileşme Süreci”, “78’lilerin Geleneksel Yemeği” bu hafta sonunun katıldığım etkinlikleri oldu.
Tabii ki katılamadığım bir çok etkinlik vardı. Bir gün insan “ışınlanmayı” ya da “klonlanmayı” başarırsa bu tür sorunları da yaşamayız sanırım.

Kendime “hazırlanmak” için verdiğim bir günlük moladan sonra tam “26” gün sonra “Yol’cu”yla yeniden buluştuk. Manisa’daki bu buluşmanın ardından uzun sürmeyen “tek mola”lık bir yolculuktan sonra Bodrum’a “Gümüşlük Akademisi”ne ulaştım.

Ağustosun 12’sinden Aralığın 22’sine kadar geçen 4 ay 10 günden sonra sevgili Ahmet ve Latife her zamanki “dostça merhaba”larını eksik etmediler.

Başta da dediğim gibi şimdi, okuma, yazma ve biriktirme dönemi.
Bir anlamda “kuluçka” ya da “kış uykusu!”
Ama uyunmayan, bir “devingenliğin” ve başka türden “üretkenliğin” söz konusu olduğu bir dönem.

Gelecek paylaşımımızda bunların ne kadar “gerçek” ne kadar “doğru” olduğunu birlikte göreceğiz.

Eğer merak ediyorsanız, izleyebilirsiniz.
Her şey açık, her şey aleni. Çünkü yapılanlar “hepimiz” için...
“Yolculuk sürüyor!”

Hiç yorum yok: