24 Eylül 2007 Pazartesi

"Zamanın içindeki yolculuk ve keşiflerim"

Sizlere verdiğim sözleri tutmadığımı sevdiğim bir arkadaşımın aramasıyla fark ettim. "Yol'cu hâlâ molada mı" diye sordu bana.
Yol'cunun sayfasına baktım. Haklıydı.
Oradaki tarih "15 Temmuz"u gösteriyordu. Oysa bugün "24 Eylül"!
"Görevimi yerine getirmemişim. Getirememişim!

Kabahatin çoğu benim. Ama birazı da sizin.
Neden mi?
İzlediğinizi bana hissettirmiyorsunuz da ondan.

Gerçi "google"un sayacında ne kadar kişinin ne zaman ve nerelerden sayfayı tıkladığını öğreniyorum ama onların hepsi rakam. Oysa Yol'cu "insani temasların" gerçekleşmesi için yolda.
Bu sözlerimi "yolculuğa katılmanız" çağrısı biçiminde algılamanızı istiyorum.
Yol'cu yalnız kendi yolculuklarının yolcusu değil, uzlaşabileceği, anlaşabileceği başka yolculukların da yolcusu çünkü.

Geçen yaklaşık 2,5 aylık süre içinde neler olduğunu özetleyeyim size:

15 Temmuz'dan Gümüşlük'ten ayrıldığım 12 Ağustos'a kadar Akademi'de okuma yazama, başta Latife Tekin, Neşe Yaşın gibi edebiyat insanlarıyla, Şahbal Şenyurt ve Bülent Arın gibi belgesel sinemacılarla edebiyat, sinema, sanat ve yaşama dair yaptığım sohbetlerle, orada gerçekleşen çeşitli etkinliklere katılma, Akademi'nin paylaştığım bazı işlerini yapma dışında asıl olarak Akademi'nin internet sayfasının
yeniden güncellenir hale gelmesi ve sayfalarının yeniden düzenlenmesi işiyle uğraştım. Bu arada daha önce söz ettiğim "sözlü tarih atölyesi" çalışmaları da sürdü.

"Yol'culuk zamanı gelince yola düşmek gerekir" ilkesini yaşama geçirecek şekilde buradaki işlere ara verme zamanı geldiğine karar verdim ve 12 Ağustos Pazar günü Gümüşlük'ten yola koyuldum.

Bafa Gölü'nün kenarındaki kahvaltı molasından sonra öğleden sonra saat 14.30 sularında Gümüldür'e vardım ve merkezdeki küçük bir turun ardından merkezden 5-6 Km. uzaklıktaki "HypoCamp"da günü tamamlamaya karar verdim.

Sonraki gün güzelim Teos ve Seferihisar molalarıyla İzmir'i geçerek Burhaniye'de sonlandı. Kuzenlerimle birlikte iki güzel gün geçirdim.
Kuzenimin oğlu Fatih'in yaşgününü kutladık, Ören'in kıyısında nefis bir akşam yemeği yedik. Sohbeti rakıya meze ettik. Dostlukların önemi anlamını bir daha hissettik hep birlikte.
O sıralarda yoldayken "rahatsızlığı artan" Yol'cu'nun hastalığının saptanıp tedavisinin yapılması da bu iki günü üçüncüye bağladı.

Sonraki durak ertesi gün akşamı varılan Küçükkuyu'daki "İmece evi"ydi.
Sevgili İsmail'e ve İmece Evi'ndeki arkadaşlarıma verdiğim sözü tuttum ve bir hafta kadar orada onlarla birlikte oraya yapabileceğim katkı ve katılımı sağlamak için çabaladım.
Güneş ocağından, deniz suyundan tatlı su elde edilmesi denemesine, bira kutusundan rüzgâr gülü yapılmasına, saman evin saman balyalarının indirilmesine, denize ağ atılıp toplanmasına, hep birlikte yenilen akşam yemeklerinin hazırlanmasına, doyumsuz sohbetlere, hırslı tavla partilerine, gittiğimiz arabanın motoru yandığı için bir türlü varılamayan ama yolculuğu güzel olan "Sarıkız"a tırmanma denemelerine kadar pekçok şey sığdı o kısacık günlere. Yaşamaktan ve birşeyler yapmaktan mutlu olmak buydu.

Yol'cu'nun yine yola düşme zamanı geldiğinde, istemeden kontağı çevirdim. Çünkü aynı gün İmece Evi'ni İstanbul Yakacık Çocuk Esirgeme Kurumu'nda barınan 30'a yakın çocuk bastı. Onların gelişini organize eden "Benim Yuvam" grubuyla birlikte ne çok şey yapabilirdim diye düşünmüştüm.
Sonra yaptıklarını oradan okuyunca sevindim ve "bir dahakine" dedim.

Buradan çıkınca yolculuk çok uzun sürmedi. Çünkü bu kez yönüm Bozcaada'ydı. AKşam olmadan vardım "Ada Kamping"e. Yerime yerleştim, düzenimi kurdum. Bir hafta kadar sıkı bir "kamp yaşamı" sürdürdüm. Sabah kalkıp koşuyor, denize giriyor, akşamları güneşlenip yüzüyor, gün içinde de biriktirdiklerimi okuyup yazıyordum. Bu sırada kamp "turizm sezonu" olması nedeniyle kalabalıktı. Ama onlarla bir bağım ve ilişkim olmadan geçti günler.
Arada "adaya" (yani adanın merkezine) indiğimde internete girip, kamptan yapamadığım telefonlarımı ediyor, alış veriş yapıyor ve adanın güzelliklerini yaşamayı sürdürüyordum. Bu arada yeni güzel insanlar tanımaya da devam ediyordum.

Yola çıkma gününden bir gün önce geleneksel "Bozcaada Kamp"larına gelen Türkiye Yeşilleri ile yalnız bir gün akşama kadra birlikte olabildim. Eski dostlardan çok fazla kimse yoktu ama yine de o yarım günde bazı konuları tartışıp konuşabildik.

Sayılı gün çabuk geçermiş. Geçti.

Çanakkale'ye vardığımda geceydi ve karşıya geçmeden doğduğum il olan Çanakkale'de gecelemeye karar verdim. Yol'cu'yu Fen Lisesi'nin bahçesindeki parka bıraktım ve yalnız başıma yeyip, içip sahilde gezinerek keyifli bir Çanakkale gecesi yaşadım.

Sabahında erken saatte yeniden yola düştüm ve öğlenden sonra hoş bir yolculukla İstanbul'a vardım.
Vardığımın ertesi günü Bağımsız İletişim Ağı'nın düzenlediği "Okuldan Haber Odasına"başlıklı bir haftalık eğitimde bir BİA'cı ve "Sağlık Medyası" deneyimli bir "abi" olarak yer aldım.
Gazetecilik okullarını yeni bitirmiş ya da bitirmek üzere olan pırıl pırıl genç "gazeteci" adaylarıyla birlikte olmak çok güzel ve öğreticiydi.
BİA olarak yaptıklarımızı bir kez daha görmek ve gözden geçirmek, dahası bunların ne kadar doğru, güzel ve önemli işler olduğunu fark etmek, bunda katkısı olmak beni mutlu etti.
"Yapmak, eylemek, bir şeyleri değiştirmek" çok güzel...
Tabii eğitim sırasında bir akşam üstü gerçekleşen boğaz turu ve orada yaptığımız sohbetler de çok güzeldi.

Eğitimin sonundaki sertifika törenine kalamadım. Çünkü Karaburun'da gerçekleştirilen bir başka önemli etkinliğe, "2. Karaburun Bilim Kongresi"ne gitmem gerekiyordu.
Yol'cu'yu otoparka bırakıp otobüsle İzmir'e ve oradan dolmuşla Karaburun'a. Çok güzel üç günde bilimin sokağa çıkması, yaşama inmesine dair konuştuk, bildiklerimizi paylaştık. Neler neler vardı sözü edilecek. Özetlerini ve ipuçlarını yan tarafa koyduğum linkleri tıklayarak okuyabilirsiniz.

İstanbul'a dönüşten birkaç gün sonra bu kez bir günlük bir yolculukla 12 Eylül'de Diyarbakır'da oldum, 50'yi aşkın, aydın, yazar, gazeteci, düşünce insanı ve aktivsitle birlikte. Oranın meşhur işkence evinin önünde "Gerçeği Araştırma ve Adalet Komisyonu"nun kurulduğunu duyurduk.

Sonraki günlerde İstanbul'da uzun zamandır çok ilgilenemediğimiz dernek işleriyle uğraşarak geçirdim. Bu arada epeydir görmediğim arkadaş ve dostlarımla görüşme sohbet etme olanağı buldum. Bunlar hâlen sürüyor. Bu ayı burada tamamlayacağı ve sonra Yol'cu yeniden yollara düşecek.

Programda pek çok iş var. Onları gerçek olduğu oranda sizlerle paylaşacağım.

Yol'cuyu izlemeyi sürdürün.

Yol'cu mola verdiğinde de yolculuğunu sürdürüyor.

Dostlukla

22 Eylül 2007 Cumartesi

'Ozan'ın deniz yolculuğu...

SSPE'ye yakalanan birçok çocuk küçük yaşta ölüyor. Ozan ise sevdiklerinin de desteğiyle 27 yaşına ulaşmıştı.

"Deniz" çoğu zaman "kurtuluş"la özdeş olsa da genellikle "ölümle" özdeş değildir. 27 yaşındayken yitirdiğimiz "Ozan" için de öyleydi. O denizi "yaşam"la, "yaşamak"la, "sağlıklı yaşamak"la, "iyileşmek"le özdeş görüyordu.

"Gidişini seyr eylemek
Dönüşünü ummamak gereğini bilmek
Kendimi nerde unuttuğumu bile unutmuşlukla
Adımlayamamak umudu

Alacakaranlığı geçip
Umuda tutunmak bir parçasından" (*)



"SONUNDA hep birlikte denize ulaştık."

Böyle başlayacaktı "gezerken" başlıklı yazılarımdan birisi. Gerçekten yaşanmış çok güzel bir anıdan söz edecektim size o yazıda. Ama şimdi o gerçekliğin "hayalini" yazabiliyorum.

Ortak bir hayali paylaşmak "gezerken"in konusu olur mu bilmiyorum.

Ama o hayal eğer gerçeğe dönüşebilseydi, çok güzel bir "gezerken" yazısı olacaktı.

* * *

"İçimdeki Deniz" adlı filmde yaşam öyküsü anlatılan Ramon Sampredo "Biçimsiz ve bozulmuş bir bedenin bekçisi olan bir insan için, yani benim için, saygınlık nedir? Ben, hayatı, özgürlüğü seven çoğu insan gibi, yaşamanın bir hak olduğuna, ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum" derken "ölümü istiyordu".

Hedefi ise elleri ve ayakları tutmaz bir halde yıllarca yattığı yataktan çıkıp denize ulaşmaktı. Bunun mücadelesini vermiş ve bu mücadelenin sonucunda hedefine ulaşmıştı. Onun "içindeki deniz" ölüm ve kurtuluştu.

Ama "deniz" çoğu zaman "kurtuluş"la özdeş olsa da genellikle "ölümle" özdeş değildir. 27 yaşındayken yitirdiğimiz "Ozan" için de öyleydi.

O denizi "yaşam"la, "yaşamak"la, "sağlıklı yaşamak"la, "iyileşmek"le özdeş görüyordu.

* * *

'Ozan tüm çocuklar gibi çok güzel, akıllı ve masum bir çocuktu. Her çocuk gibi eğlenmeyi ve eğlenceyi severdi. Çok küçükken yabancı dil öğrenip başka ülkelerden arkadaşlar edinmişti. 8 yaşındayken piyano çalmayı öğrenmişti.'

Orta okul ikiye giderken "SSPE" adından bir hastalığa yakalanmıştı.

Bu hastalığın ayrıntısını anlatmak istemiyorum.

Ama önlenebilir bir hastalık olduğunu söyleyebilirim.

Bir de hastalığa yakalananların günün birinde tümüyle yatağa bağlandığını, bakımının zorluğu nedeniyle bu durumdaki bir çok çocuğun çok küçük yaşlardayken yaşamlarını yitirdiğini anlatabilirim.

Son olarak Ozan'ın ise farklı olduğunu. Onun annesi başta olmak üzere sevdiklerin desteğiyle 27 yaşına ulaştığını ekleyebilirim.

* * *

Annesi Gülsüm Çakır Özümok'un "Ozan gibi"lerinin hakkını aramak üzere kurduğu bir derneğin medyada yer almasından sonra benim ondan ve onlardan haberim oldu.

Onların sesini başka insanlara da duyurmak için çaba sarf ettiğim sırada Ozan'ı tanıdım. Kendisini göremedim ama telefonla konuştum Ozan'la.

Ondan söz eden bir arkadaşı "denize gitmeyi istediğinden", böyle bir düşünün olduğundan söz etmişti bana. Onun yaşama olan bağlılığına ve yaşamasına, bu arzusunun, bu isteğinin, hatta bu hedefinin katkısı olduğunu düşünmüştüm o andan sonra.

Sonra da onun bu "düşü"nü bir şekilde yerine getirmeyi kurmuştum kendi kendime.

"Yol'cu"nun yolculuklarından birisi de "Ozan'ın deniz yolculuğu" olmasını hayal etmiştim. Bunu ne Ozan'a, ne de annesine söyledim şu ana kadar.

Yalnızca sinemayla ilgilenen bir arkadaşımla konuştum.

Bir yerlerden gerekli kaynağı bulup bu yolculuğun filmini çekmeye karar verdik.

Güzel bir yolculuk, güzel bir film olacaktı. Bu filmle hem Ozan'a, hem de Ozan gibi olanlara destek ve katkıda bulunacak, 'sorumlusu olduğumuz yapmadıklarımızdan' birisini gerçekleştirebilecektik.

Olmadı. Olamadı. O koşullar ve olanaklar sağlanamadı.

Ozan'ın günün birinde gideceği hiç aklıma gelmemişti. O hep bizimle olacağını, günün birinde o yolculuğu yapacağımızı ve o filmi çekileceğini düşünmüştüm, aptalca bir saflıkla.

Şimdi Ozan yok.

O film olur mu bilmiyorum.

Birileri sorumluluğunun bilincine varıp onlar için hep birlikte bir şeyler yapmaya başlar mı onu da bilmiyorum. Ama böyle olmasını istiyorum.

* * *

Şimdi burada, "Gezerken" yazılarımın birinde o yolculuğun son anını anlatmak istiyorum.

 :
"Sonunda denize vardık. Annesi Ozan'ı uyandırdı. 'Denize geldik' Ozan dedi.
Ozan gözlerini açtı. Söylediklerini yalnız yıllardır onun yanında olanlar anlayabiliyordu. Ama gözlerine bakan onun gözlerinden 'hedefine ulaşan' bir insanın gönenç, onur ve mutluluğunu okuyabilirdi.
Yattığı yerden doğrulmaya çalışıyor 'beni denizin kenarına götürün' diyordu. Denizle aramızda uzun bir kumsal vardı. Onu kucakladık hep birlikte. Artık incecik hale gelen o koca adamı yattığı yerden kucaklayıp denizin hemen kenarına götürüp kumların üzerine koymak çok zamanımızı almadı.
Denizin kenarında denize paralel şekilde kumların üzerine yatırdık onu.
Yan tarafına dönüp denize doğru baktı. Eğer yapabilseydi elini suya değdirmek isterdi mutlaka. Yapamadı. Gözlerini kapattı. Hayalinde elini uzatıp denize dokunduğunu, düşlediği denizi avuçladığını fark ettim.
Sonra derin bir soluk alarak denizin iyotlu kokusunu içine çekti. Ardından gözlerini yukarıya gökyüzüne çevirdi. Kocaman kocaman açtı.
Gözlerinin içiyle gülüyordu. O gülerken bizler de gülmeye başladık. Gözlerinin kenarında peydahlanan iki küçük damlaya karşın çok mutlu olduğunu fark ediyorduk.
Annesi üzerindeki tek parça giysiyi yukarıya sıyırdı. Çıplak bedenine denizin ılık suyundan bir avuç su alıp serpti. Teninin ürperdiğini görebiliyordum.
Ama bu ürpertinin sudan ya da hafifçe esen rüzgârdan değil, yaşadığı heyecandan olduğunu düşündüm. Denize varmak ve denize ulaşmak, bir düşünü gerçek kılmak onu heyecanlandırmış olmalıydı.
Onun hep bizimle olacağına bir kere daha inandık. Kötü kalpli kara büyücünün yaptığı büyü artık bozulmuştu. O bizimle olacak ve hep bizimle yaşayacaktı.
Hatta o deniz sayesinde iyileşecek, geldiği bu deniz kıyısında yaşamının kalanını sağlıklı ve mutlu bir şekilde yaşayacaktı."




* * *

Bunlar gerçekte olmadı, 'gerçek' olamadı.

"Yapamadığımın ağır sorumluluğu" altında bunları yazarken Ozan'dan özür diliyorum. Seni unutmayacağım Ozan!..

Keşke onu sizler de en azından benim kadar tanıyabilseydiniz.

Belki elele bambaşka şeyler yapabilirdik. Ozan yok ama onun gibi bir çok Ozan var. Yine de yapabiliriz. Onlara ulaşmak çok zor değil. Bir "tık"(**)lama uzaklığında.

22/09/2007

(*)"Bir Parça Umut" Gülsüm Çakır Özümok (Eylül 2004)
(Ozanın tek yumurta ikizi olan ve henüz doğar doğmaz bir hastane enfeksiyonu nedeniyle yaşamını sürdüremeyen 'Umut' için yazılmıştır.)
(**) OÇU-OLUŞUM SSPE DERNEĞİ

15 Eylül 2007 Cumartesi

"Farklı olmaya ve nasıl farklı olunacağına" kafa yormak

Sizin hiç "cep tirbüşonunuz" oldu mu? Son Bozcaada seferimden döndüğümden bu yana benim var. Hani her an şarap içtiğimden değil. Cepte taşınabilir olması ve taşınması güzel olduğundan.


BOZCAADA'da bir başka ilk: "Şarap takı ve aksesuarları butiği"! Şaşırdınız mı?

Sizi biraz daha şaşırtmak istiyorum:

Sizin hiç "cep tirbuşonunuz" oldu mu? Son Bozcaada seferimden döndüğümden bu yana benim var. Hani her an şarap içtiğimden değil. Cepte taşınabilir olması ve taşınması güzel olduğundan. "Ne zaman kullanacaksın" demeyin.

Çünkü o zaman ben de sizlere ceplerinizde sürekli taşıdığınız o güzel kalemlerinizi ne sıklıkla kullandığınızı sorabilirim.

Ya da sevgilinize, özenle bulup aldığınız renkli güzel kağıtlara, bu kalemle en son ne zaman bir "aşk ya da dost mektubu" yazdığınızı?

"Ben yalnız çek imzalarken kullanıyorum" demeyin. Artık çek yazanınızın sayısının çok olmadığını düşünüyorum. Banka, kredi kartları ve "internetten access olmak", "elektronik imzalar" var artık. Devir değişti. Ama siz hem bir güzel kalemi hem de bir şarap açacağını bence cebinizde taşıyın. Hem de şarabın daha az yapıldığı ve Bozcaada üzümlerinin dörtte üçünün bağlarda kaldığı bu günlerde.

Neden mi?

Onu tam da bu günlerde Bozcaadalılara ve şarapla uğraşanlara sorun.

Henüz hep içtiğiniz şarabı kolayca bulurken hem de...

Ben bu nedenle şu sıralarda daha sık ve çok şarap içiyorum. Buna "özel bir çaba sarf ediyorum" da diyebilirim. O nedenle bu "cep tirbuşonunu" görünce almadan edemedim!

* * *

Nereden mi aldım?

Bozcaada'dan. Bozcaada'da iki yıldır açık bulunan "Şarap takıları ve aksesuarları dükkanı"ndan.

"Dükkan" diyorum ama orası farklı. "Butik" diyor çoğu. Gerçekten de öyle. Özgün ve özel. Bol bol da hanımların hoşuna gidecek takılar var. Yalnız hanımların değil tabi "erkeklerin" de!.

Her nedense? -Sanki şarabı yalnız erkekler içermiş gibi!.-

* * *

Evet bu hafta size onlardan söz edeceğim. Adları Aliye ve Kerem. İki genç insan. Henüz 40'lı yaşlarının başlarını yaşıyorlar.

İkisi de mühendis. Birisi elektronik, diğeri makine ve elektrik mühendisi.

Kendi uzmanlık alanlarında çalıştıktan sonra bir başka alanda "promosyon ürünleri ithalatı" için yıllarca birlikte çaba harcamışlar. Bugün neredeyse kendi alanlarında "tek" olan bir şirketin sahibi de olmuşlar. ABD'de temsilcilikleri, İstanbul'da ofisleri ve imalathaneleri var.

Dediklerine göre işleri iyi ve bugün de sürüyor.

Ama işleri onlara "maddi" olarak onlara yetse de "bu dünyaya olan borçlarını ödeme anlamında" onlara yetmiyor.

Onlar hep "farklı" olmuşlar. Nasıl "farklı olunacağına" kafa yormuşlar.

Dolayısıyla yaptıkları işin hep başka boyutları da olması gerektiğini de düşünmüşler.

* * *

Özellikle "gönüllü" birer Bozcaadalı olduktan sonra bu düşünceleri adanın çıkar ve yararlarını da içerecek şekilde genişlemiş.

Kerem Tunçer "adalı" olalı çok olmuş. 90'lı yılların başlarında bugün adanın simgesi haline gelen rüzgâr santralleri için ilk rüzgâr ölçümlerini yapan kişi olmuş, o sıralarda bir mühendis olarak çalıştığı şirket adına. Adanın "rüzgâr gülleri"nin henüz "kuvve" olduğu dönemlerden beri adayı düşünüyor.

Şimdi başka ada gönüllüleri bugün bu "çağdaş yel değirmen"lerini yapıp elektrik üretiyor.

Aliye de 6-7 yıldır kendisini adalı sayıyor.

Bu yıldan başlayarak da artık sürekli "adalı" olmak istiyorlar. Onları bir çok başkaları gibi "bir düş ve bir düşünce" adalı yapmış. Doğma büyüme olmasalar da kendilerini diğer adalılardan daha çok adalı sayıyorlar.

* * *

Gerçekten de onlar adalı değiller ama adalı olduktan sonra çokları gibi önce bir bağ sahibi olmuşlar adada. Bugün artık "bireysel üretimi" yasak olan şarabı herkes gibi kendileri için üretmişler. Bu üretim sırasında kullandıkları ve bir noktadan sonra "işe yaramaz" hale gelen şeyleri "yeniden değerlendirelim" demişler.

Örneğin asma kütüklerini, şişe mantarlarını, şişeleri, şarap fıçılarını hep başka biçimlerde kullanmak için düşünüp taşınmışlar. Sonunda çok güzel ve bir o kadar da hoş kullanım biçimleri yaratmışlar. Halen de yaratmayı sürdüklerini söylüyorlar. Yani bir yandan da yaptıklarını geliştirme derdindeler.

Adaya ve adalılığa en çok ne uyar diye düşünmüşler, bağcılıktan, üzümden, şaraptan yola çıkmışlar ve yaptıkları işi bu alana yöneltince "şarap takıları" ve "şarap aksesuarları" diye biri estetik, diğeri işlevsel iki konu çıkmış önlerine.

Gezdikleri gördükleri yerlerden ilham almışlar kimi kez.

Örneğin ABD'de Kaliforniya'daki bir bağcılık ve şarap bölgesinde bir dükkan görmüşler. Onlara özenmişler. Ama gördükleri yalnızca bir çıkış noktası oluşturmuş. Bugün kendilerinin ki kadar kapsamlı ve çok çeşitli ürünün bulunduğu başka bir örneğin olmadığı iddiasında bulunabiliyorlar.

Onların paylaştıkları düşleri adanın Atatürk Caddesi'nde. Siz adının 'cadde' olduğuna bakmayın orası bir arabanın bile zorla geçtiği küçük ve güzel bir sokak! 22 numaralı evlerinin giriş ve alt katında gerçekleşmiş. Siz de gidip görebilirsiniz. Ada çok uzak derseniz, internetten de onlara ulaşabilirsiniz.(*)

* * *

Onlar bir "ütopya"yla özdeşleşen bu güzel ada için, her zaman barışın sürmesini dilediğimiz bu ülke için, her gün değerlerinin bir çoğunu yitiren dünya için bir şeyler yapmaya çalışıyorlar.

Tıpkı BOYTAM'ı kuran ve var eden Hakan ve İnci Gürüney gibi...

Tıpkı Ada Kafe'yi adaseverlerin uğrak yeri haline getiren Semra ve Melih Güney gibi...

Tıpkı Akvaryum Koyunda bir başka dünya yaratan Berna ve Deniz Pak gibi...

Tıpkı adalı dostlarım Akın ve Ayşe Baran gibi...

Ve tıpkı doğuştan ve sonradan olma pek çok Bozcaadalı gibi...

Ben sadece yazıyor ve onları sizlere duyurabiliyorum.

(*) Şarap Takıları , Şarap Aksesuarları

15/09/2007

8 Eylül 2007 Cumartesi

Küreselleşme yok etmeden "kütüphanelerimize sahip çıkalım!"

Toplam sayısı 1176 olan kütüphanelerimiz çok güç ve sınırlı olanaklarla hizmet veriyor.


NE İYİ, ne güzel değil mi? Okumayı seven bir toplum olmamız için devletimiz çok uğraşmış.

Bunun için hemen her ilçeye bir kütüphane yapmaya başlamış ve sürdürmüş yıllar önce...

Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü'nün 2006 Yılı İstatistiklerinden öğrendiğime göre 1179 kütüphanemiz mevcut.

Bu kütüphanelerimizde çalışan personel sayısı 2.629, kütüphaneci sayısı ise yalnızca 384.

Kültür Bakanlığı çatısı altındaki kütüphanelerde toplam kitap sayısı ise 12.958.376". Başka bir deyişle nüfusumuzu 70 milyon kabul edersek yaklaşık 6 kişiye bir kitap düşüyor. 2006 yılında merkezi olarak alınan kitap sayısı yalnızca "326.500" olmuş. Muhtemelen onları almak için ilgililer epeyce zorlanmışlardır.

"Peki yurttaşın ilgisi nasıl" diye soracak olursanız, facia asıl orada başlıyor: Bu kadar kütüphaneye aynı yıl içinde başvuran okuyucu sayısı ise kitap sayısının iki katından bile az olmuş: Toplam 21.138.821 kişi. Kütüphanelere kayıtlı olan, yani sürekli yararlanan üye sayısı ise yalnız ve yalnız "485.216". Kütüphanelerin düzenlediği kültürel etkinliklere biraz daha fazla sayıda, 828.148 yurttaşımız katılmış.

* * *


Bu kütüphanelerimizden birisi de Bozcaada'da. Onun varlığını son olarak Bozcaada'ya gittiğimde, "Yol'cu" ile önünden geçerken fark ettim.

Daha önce çarşının içinde bir sokaktaymış. 2 aydır merkezin biraz dışında Sağlık ocağı ve Halk Eğitim Merkezi'nin hemen yanı başındaki iki katlı Tekel binasında faaliyetlerini sürdürüyor.

Fırsatını bulur bulmaz oraya gittim. Geniş bahçesinden içeri girdiğimde kenarda sivil giyimli genç bir insan oturduğunu gördüm. Selam verdim, selamımı aldı. Binanın içine girince ardımdan geldi. Meğer kütüphanenin memuruymuş. Çok sevindim. Bir memuru olan kütüphane gördüğüm için.

Ana girişin bir yanında kitapların bulunduğu oda vardı. Diğer tarafında ise okuma salonu. Okuma salonuna göz atınca henüz 10 yaşına ulaşmamış ikisi kız üç çocuğun oturmuş bir şeyler okuduğunu gördüm. Buna daha da çok sevindim. Çocukluğum da sürekli gittiğim mahalle kütüphanesi aklıma geldi.

* * *

Kitapların olduğu bölüme geçtim. Ardımdan gelen kütüphane memuruna "Bozcaada ile ilgili kitaplarınızın durduğu özel bir bölüm var mı?" diye sordum. Önce yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Sonra birkaç adım attı ve hemen ilk sıradaki raflardan birinden aldığı bir kitabı uzattı.

-"Kütüphanemizde Bozcaada'yla ilgili tek kitabımız bu" dedi.

Yakın tarihlerde basılmış ve yayınlanmış en az üç kitap olduğunu biliyordum oysa. Uzattığı kitabı aldım ve orada duran masanın üzerine çantamı ve kitabı koyup sandalyeyi altıma çektim.

Bana verdiği de aslında bir kitap değil, bir kitabın "fotokopisi" idi. Adı "Bütün yönleriyle Bozcaada" idi ve yazarı da bir meslektaşımdı: Dr. Mehmet Sadettin Aygen. 1935 yılında altı aylıkken adaya gelen ve çocukluğu, gençliği burada geçen bir hekim tarafından, muhtemelen "ihtiyaca binaen" yazılmıştı. Afyon'da Türkeli Kitabevi diye bir yayınevi tarafından basılan bu kitabın basım yılı belli değildi.

Kitabı biraz inceledim. Hazırlandığı yıldan geriye doğru eski kaynaklardan da yararlanılarak hazırlanmıştı ve Bozcaada, burada yaşayanlara dair çok geniş bilgiler içeriyordu.

Bu da çok hoşuma gitti. İletişimin, kaynakların çok fazla olmadığı dönemlerde insanların bu yöndeki eksiklikleri tamamlamak için sarf ettikleri çabanın büyüklüğünün bir kez daha farkına vardım. Bu "tek kitap" kütüphanenin bu konudaki eksikliğinden, yoksulluğundan kaynaklanan üzüntümü biraz da olsa hafifletti.

* * *

Kütüphane memuruyla biraz konuştum. Bir aydır burada görev yaptığını öğrendim. Kitaplar Bakanlıktan gönderiliyormuş. Doğrudan kütüphaneye kitap alınması ve kabulü mümkün değilmiş.

Bakanlığın son gönderdiği kitapların ise yıllar önce gönderildiği, kısa bir süre içinde baştan başa inceleyebildiğim raflarındaki kitaplardan anladım. Devletin, sosyal devletin, yurttaşının bilgili ve aydın olmasını isteyen bir yönetim döneminin ürünü olarak kurulmuş bu kütüphanelerin, devleti şimdi yönetenlerce artık nasıl bir yük olarak görüldüğünü bir kez daha kavradım.

Henüz ilkokul 3. sınıfa gittiğim sıralardan başlayıp üniversite bitene kadar içinden çıkmadığım onlarca kütüphane aklıma geldi. Hepsi de "devlet" tarafından kurulan ve işletilen kütüphanelerdi. Devlet vatandaşından aldığı her şeyi ona geri vermek için çaba harcıyor, bunu bir lüks ya da gereksiz bir faaliyet olarak görmüyordu o zamanlar.

Derelerin altından çok ama çok sular akmış, dereler kurumuştu. Çünkü artık onlar başka yerlere doğru akıyordu. Tıpkı bugün devleti yönetenlerin kaynakları başka alanlara yönlendirdikleri gibi.

* * *

Şimdi bir hareketin daha başlatmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Küreselleşmenin yaşamımızdan koparıp aldıklarını korumak, sahip çıkmak ve yeniden oluşturmak için. Bunun adı "kütüphanemize sahip çıkalım" hareketi olmalı.

Devletin bu görevinin de temel bir hak olan eğitim hakkının bileşeni ve tamamlayanı bir "sosyal hak"kın gereği olduğunu yeniden ortaya koymalı ve savunmalıyız.

Memuru olmayan kütüphanelerin "gönüllü" memuru olmalıyız. Kitabı olmayan kütüphaneleri kendi kitaplarımızla zenginleştirmeliyiz. Personeli olmayan kütüphaneleri kendi evimiz gibi sahiplenmeli temizlemeli, boyamalı, onları halkın, toplumun kendimizin "mekanları" haline getirmeliyiz. Mesai saati kavramını değiştirmeli, öğrenmek isteyenlerle bildiklerini paylaşmak isteyenlerin sürekli bir arada olduğu, buluştuğu ve paylaştığı yerler haline getirmeliyiz.

* * *

Çok mu zor bunları yapmak.

Zor olup olmadığını işe koyulunca anlayalım, ön yargılı olmayalım diyorum.

Hemen bugün size en yakın kütüphanenin nerede olduğunu bir araştırın isterseniz.

İlk adım bu olabilir, hareket buradan başlayabilir.

08/09/2007

1 Eylül 2007 Cumartesi

Bir "fiyat"ı olmayan "değer"leri hâlâ benimseyenler var...

Hasan amca "gönlünden kopan"ı yeterli görüyor, çünkü ona göre paranın fazlası kimseye "hayır getirmiyor"...


DÖRT saattir araba kullanıyordum. Saat öğleden sonra 14.30'du.

Bir saat kadar önce öğle molası vermiştim. Ama uyku bastırmıştı.

Gideceğim yere 2 saatlik yolum daha vardı ve bir mola daha vermeden gitmek istiyordum.

Çünkü arabanın motorunun bir sorunu vardı ve bir durdurursam yeniden çalışmayacağından, dolayısıyla yolda kalmaktan korkuyordum.

* * *


Tam o sırada yolun kenarında "bronz tenli bir ihtiyar delikanlı"nın elini kaldırıp, durmam için işaret ettiğini fark ettim.

Hızım 90'a yakındı bir den duramazdım, Yolu kollayıp sağa yanaştım ve yaklaşık 50 metre kadar ileride durdum. Yavaşladığımı görünce "ihtiyar delikanlı" bana doğru seğirtmişti.

Yan aynadan onun çevik hareketlerini görünce şaşırdım. Sanki yirmilerinde bir genç gibiydi.

Aynı çeviklikle arabanın kapısını açtı ve oldukça yüksek olan basamağı bir hamlede geçip yan taraftaki koltuğa oturdu.

-"Merhaba"

-"Sağ ol merhaba!"

-"Nereye dayı?"

-"İlerideki S.'da inecem!".

Yaklaşık 50 km.lik bir uzaklıktan söz ediyordu.

-"Gel hele, benim adım Mustafa, Senin ki ne?"

-"Halil beyim. K.'nın yukarı köylerindenim."

* * *


Köyünden 5 yıl kadar önce kendi deyişiyle "düze" inen Halil Dayı ile böyle tanıştık.

77,5 yaşında olduğunu söyledi. Saçının beyazlığı ve yüzündeki derin çizgileri görmezsek benden olsa olsa birkaç yaş büyük gibi görünüyordu.

Yanık teniyle, çevikliğiyle, incecik bedenine bakınca ise benden daha genç olduğunu bile iddia edebilirdim.

Ben sormadan o bir solukta anlattı 77,5 yıllık yaşam öyküsünü.

Oğullarının, gelinlerinin, torunlarının yanında yapamamış, onlara yük olduğunu düşünüp, evini barkını onlara bırakıp "dağdan düze" inmiş.

-"Kalabalık nüfus olunca, hele hele kız torunlar büyüyünce rahat edilmiyor evin içinde" diye gerekçelendirmişti "düze inmesini".

-"Ne yapıyorsun, nerede, nasıl yaşıyorsun" diye sormamı ayıpladı.

-"Her yer benim beyim! Her yer benim. Bir tek canım var. Nerde olsa yaşarım. Kimin işini yapıyorsam onun yanında kalıyorum."

-"Ne iş yapıyorsun peki?"

-"Ne iş olsa yaparım. Rençberim beyim. Topraktan anlarım, bağ bahçe yaparım, tamirat yaparım, temizlik yaparım, bekçilik, ırgatlık, hamallık yaparım, hatta hasta bile bakarım beyim. Kime çalışsam hepsi çok memnun olur benden. Ben önce işi sorar sonra yaparım. Fiyatı şudur, gündeliğim budur demem. Ne verirlerse, gönüllerinden ne koparsa razı gelirim. Bazısı hiç bir şey vermez. 'Allah razı olsun' der, o da bana yeter. Bazısı yaptığım küçük bir yardım için para teklif eder. Kendi isteğimle, içimden gelerek yapmışsam ve bunun karşılığında para vermeye kalkarlarsa kızarım beyim. İnsanlık ölmedi daha. Her şey parayla olmaz. Para dediğin nedir ki!"

-"Peki bu kadarla yaşamını sürdürebiliyor musun?"

-"Tabii. Böylesi çok daha bereketli olur beyim. Biriktirir çocuklara bile gönderirim. Hem iş yaptıklarım beni kendilerinden sayarlar. Ne yerlerse, ne içerlerse bana da verirler. Onlarla kalırım. Bir harcamam olmaz ki, niye yetmesin!"

* * *

Halil amca şu koca ülkede hâlâ bazı değerlerin bir fiyatı olmadığını, olamayacağını düşünenlerden.

O böyle görmüş, böyle yetişmiş. Böyle sürdürmeye de kararlı. İnsan olmanın değerini biliyor ama bunun bir "fiyata" indirgenebileceğini kabul etmiyor. Suiistimal edilmekten, kandırılmaktan, kullanılmaktan da korkmuyor, daha doğrusu bunları dert etmiyor. Anlattıklarına bakınca, geçmişte ve bugün yaşadıkları da bunun en somut kanıtı.

* * *

Karısını 17 yıl önce kaybetmiş. Söylediğine göre üç kez inme geçiren karısı üçüncüde vefat etmiş.

İlk ikisinde doktorlar onun için 'umut yok' dediklerinde, o onlara inanmamış ve karısını kendisi bakıp tedavi etmiş. Sonunda yeniden yürür, işini gücünü yapar hale gelmiş, karısı. Doktorlar şaşırmışlar ve durumu "moralle düzeldi" diye açıklamışlar.

İlk ikisinden birkaç yıl sonra gelen üçüncü inme sırasında Halil amca "ruhsatsız silah bulundurma" suçundan hapisteymiş. Karısının yanında ve ona yardımcı olamamış. Cenazesine bile gidememiş. Ölümünden üç ay sonra hapisten çıkıp ancak mezarını ziyaret edebilmiş.

-"Ben dışarıda olsaydım yine iyi ederdim onu" diye düşünüyor ve bunu daha önce iki kez başarmış olduğu için de inanarak söylüyor.

Karısının çok iyi, çok becerikli bir insan olduğunu belirtiyor.

-"O erken terk etmeseydi beni her şey çok farklı olurdu" diyor. Yine de yaşamın çok zor da olsa, çok güzel olduğunu düşünüyor.

* * *


Halil amca insana ve yaşama dair bir çok şey anlattı. Anlattıklarını bir de onunla yaşayan diğer insanlardan dinleme şansım olmadı.

Söz ettiği yere gidip yaptıklarını bir de o insanların ağzından dinlemek sanırım çok hoş olurdu.

Yine de onun anlattığı kadarı bana çok iyi geldi. 21 yüzyılda, dünyada ve bu ülkede hâlâ paranın satın alamadığı, "insani değerleri" koruyan ve yaşamını bunlara göre sürdüren, paylaşımcı, insanı seven ve saygı duyan birilerinin olduğunu bilmek gerçekten insanın içindeki umudu diri tutmak için yetiyor.

En azından "bir örnek" var diyebilmek için bile onların varlığı çok önemli.

* * *

Halil amca kendisine 2,5 yıl daha süre tanımış. Sonra kimseye muhtaç olmadan dimdik ayakta öleceğini düşünüyor. Bu sürenin kendisi için yeterli olduğunu söylüyor.

-"Karımın yanına henüz dinçken gitmek istiyorum" diyor.

Gülerek söylediği bu gerekçesi de hoşuma gitti doğrusu ama gerçek nedenin başka olduğunu düşündüm. Üsteleyip de "gerçek neden ne" diye sormadım, soramadım.

Açıkçası onun da insana dair umudunun son kertelerinde olduğunu duymaktan korktum!..

* * *

Varacağımız yere gelmiştik.

-"Beni burada indir beyim" dedi. Kendi adıma iyi bir alışverişti. O beni uyanık tutmuş, bir insan daha tanımama neden olmuş, benimsediğim değerlerin çoğunun hâlâ varlığını sürdürdüğünü bana göstermiş, üstelik de bir BİAMAG yazısı daha yazabilmemi sağlamıştı.

O bana teşekkür etmeden ben teşekkür ettim ona. Şaşırmadı.

İndikten sonra bir süre yan aynadan onu izledim.

Kıpır kıpırdı. Sanki yirmili yaşlarını süren bir delikanlıydı.

01/09/2007