29 Aralık 2007 Cumartesi

İnatla inanmıyoruz!...

Sanatı ve sanatçıyı "küstürmemek" gerekiyor. Hele "tiyatroyu ve tiyatrocuyu" asla.

SÜREKLİ okuyanlar biliyor. "Yol'cu"nun yolculuğundan yola çıkarken yazdığım bu yazılarda "yerlerden, mekanlardan, olaylardan, insanlardan, kurumlardan" söz ediyorum.

Bu yazı yılın son yazısı. Bu yıl bitmeden size bir "kurum"dan söz etmek istiyorum. Çünkü 2007 o kurumun 45. yılını geride bıraktığı bir yıldı.


Ankara Sanat Tiyatrosu'ndan söz ediyorum. Bir "özel tiyatro" olarak, tiyatro geçmişimizin en önemli ve değerli kurumlarından birisinden söz ediyorum. Bir anlamda şimdiden "tarih" olmuş bir yapıdan.

* * *

Bu dönem sık sık Ankara'da oldum. Her defasında kafamda "bu kez bir oyununu izleyeyim" düşüncesi olurdu. Çoğunda olmadı; yalnız birinde onlarla buluşabilmeyi başardım bu yıl. "Belalı Aile" adlı oyunlarının son temsiliydi o cuma gecesi izlediğim oyun.

İzmir Caddesi'ndeki Ankara Sanat Tiyatrosu'nun merdivenlerinden aşağıya inip fuayesine girdiğimde, eski dostlarla karşılaşmış gibi oldum. Herkes oradaydı. Bir dönem İstanbul Şehir Tiyatroları da Harbiye'de aynısını yapmıştı. Sarıyer'deki belediyeye ait tiyatro salonunun merdivenleri ve boş olan her duvarlarında da aynısı vardı. Tüm tiyatrocularımızın resimleri. Onlar şimdi aramızda olmasalar da "kendi" mekanlarında duruyorlar hep "oraları" bekliyorlardı.

Şimdi yıkılmasına karar verilmiş olan Harbiye Şehir Tiyatrosu biraz da onların yok olması demek değil mi?

Ben o sahnede Münir Özkul'u izlemiştim. Onun tiyatroya dair meşhur "tiradı" orada birinci elden dinlemiştim. Birileri "rant" adına o replikleri oradan söküp çıkarmaya çalışsa da o tiratta söylenen sözler hâlâ oradalar. Hâlâ duruyorlar, Onları oradan çıkarmak mümkün mü? Değil! Çıkmıyor da zaten!.

İşte AST da aynısını yapıyor: "Zaman"a değil, "rant"a, "tüketim" kültürüne, "reklam"a ve "medya"ya direniyor. 45 yıldır orada ve daha nice yıllar orada duracak. Çünkü izlediğim o oyundaki o genç insanların gözlerinde bu istek, bu direnç, bu inat var!

* * *



Girer girmez her zaman olduğu gibi, yine bir tür "sahiplenme" ya da "aidiyet" duygusunu yaşadım iliklerime kadar. Sanki burası bu mekan benimdi; bana aitti. İsterseniz şöyle deyin: Ya da "ben" ona aittim.

Eminim pek çok insan benzer duyguları yaşıyordur. Yoo, hayır kınamayın bizi. "ne oluyor, siz kimsiniz" demeyin! Öyleydi gerçekte de! Öyledir de. Çünkü kurumlar onların varoluş nedeni olan insanların, onlardan yararlananlarındır. O kurumların sahipleri, yöneticileri, çalışanları kadar o kurumlardan hizmet alanlar, orada bir işini görenler, ondan bir şekilde bir şey öğrenenlerindir bana göre.

Ben bu yaşıma kadar hep böyle düşündüm. Belki "geri"liğim, "arkaik"liğim, hatta moda deyişle söyleyeyim "çağdışı"lığım, "uyumsuzluğum" da bundan.

Bunu şimdinin "yöneticileri", "iktidar" sahipleri, "işlerin başında olanlar ve karar alanlar" anlamıyorlar. Onun için "özelleştirmek", "satmak", "yıkmak", "yok etmek", "değiştirmek" onlara bir "oyun" gibi geliyor. Onun için; hepimiz için ve hepimiz adına mülkiyet tescili devlete ait olan, yani "tapusu devlette bulunan" her şeyi satabiliyorlar. Çünkü onlar kendilerini bir şeylere bir yerlere ait hissetmiyorlar. Dahası onları da kendilerini saymıyorlar.

* * *


Okullarınızı düşünün; onlar sizindir. Ne devletin, ne öğretmenlerindir. Onlar oradan gelir geçerler ama oraları hep sizin olur, sizin kalır yaşamınızın sonuna kadar.

Hizmet aldığınız sağlık ocakları, hastaneler de sizindir. Hatta sahibi kim olursa olsun, köşedeki bakkal, okuduğunuz gazete "sizin"dir.

İşte AST da benim için öyledir. Sevgili Rutkay Aziz belki kızacak bu sözlerime ama öyledir.

* * *

Yıl 1978-79. İstanbul'a kış bitmeden turneye gelmiş AST bir oyun için. Oyununu yine onlar kadar gibi kurum olmuş bir yerde, "Kenterler Tiyatrosu"nda oynayacaklar. Oyunun sahnesini yerleştirmişler, bir sonraki oyunlarına çalışıyorlar, fuayeye attıkları masada. Ziyaretlerine gidiyoruz, "İstanbul Üniversitesi Tiyatro Topluluğu" üyeleri olarak. ,

"Biz geldik" diyoruz. "Sizleri ziyaret etmek ve hoş geldiniz" demek istiyoruz diyoruz.

Çok ünlü oyuncularla birlikte "Metin Balay" da var aralarında. Henüz 19-20 yaşlarında. Onunla iyi anlaşıyoruz. İyi ve parlak bir öğrenci. ODTÜ'nün "fen puanı"yla girilen güzel yerlerinden birisine girmiş. Ama "tiyatroya sevdalı". O yıl vazgeçip Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nin Tiyatro bölümüne kaydını yaptırmış. Yandan biraz "Brecht"e benziyor. En gözde tiyatrocu Brecht. Ona benzemek ise çok daha önemli. Tiyatrodan söz ediyoruz, uzun uzun. Sonra akşamında oyunlarını izliyoruz.

Orada başlayan muhabbetimiz yazın başında ODTÜ Tiyatro Şenliği'nde de sürüyor. Onlar orada çalıştıkları oyunu oynuyorlar. Biz de kendi yazdığımız "Kurşun Zehirlenmesi" adlı oyunu.

Bizim oyunun sahnesinin tepesindeki "Bu işyerinde grev vardır" pankartına takılmışlar. "Devrimci, tiyatroyu", "Politik tiyatroyu", "Ajitprop Tiyatroyu", "Sokak Tiyatrosu"nu tartışıyoruz sabahlardan akşama kadar, AST'ın gençlik ekibini üyeleri, oyuncu arkadaşlarımızla.

* * *

İşte böyle bir kurum AST. 45 yıldır önce varolmayı başararak, asıl işleri olan tiyatrodan ve sanattan ödün vermeden, doğruları söylemeyi, yanlışlara yanlış demeyi sürdürüyor.

Benim adıma da, benim için de yapıyor. Bunu yaparken izleyicisi dışında kimseye "eyvallah" etmiyor. Onu var edenler bir çok ödünler veriyorlar bu dönemde bunu biliyorum. Ama her şeye karşın onlar yani bizler, izleyiciler, onu destekleyenler olmasaydı bence "var" olamazdı.

Tiyatronun yönetmeni Rutkay Aziz AST'in sitesinde 45 yıla dair yazarken "Dahası 'ben', 'bizi' anlatmakta zorlanıyorum" diyor. Bence bu yüzden. Sonra şu saptamaları yapıyor ve geleceği şöyle tanımlıyor Aziz:

"Ve sanki insanlık çığırından çıktı! Saldırgan, barbar, sömürücü güçler, doymak bilmez bir açgözlülükle yeni bir dünya haritasını çizmenin peşindeler. Küresel ısınma tehditlerinin boyutu dehşet verici biçimde gözlenirken, paylaşmacı saldırganlar açıkça adını petrol ya da su savaşı olarak koymasalar da kan emici rüzgarlarını güzelim halklar üzerinde büyük bir iştahla estiriyorlar. Fırtına esecek günleri, umutla beklemek de bizlere düşüyor.İnsanoğlunda ölen en son şeyin umut olduğunu bilerek ve üstelik salt umutla ve beklemekle yarınların da gelmeyeceğini bilerek"

Sonra Radikal'le yaptığı söyleşiyle "Tilbe Saran"ın dediği gibi, ya da ancak öldüğünde manşetlere taşınan "Savaş Dinçel"in dramındaki gibi "yalnız kalmaktan" yakınıyor Rutkay Aziz ve açıkça söylemekten çekinmiyor benim o akşam yarısına kadar bile dolu olmayan salonda hissettiklerimi:

"Kimi zaman yalnızlığın derin acısını duyuyoruz. İçimizi hüzün sarıyor, kimi oyunlar ise , kimi zaman hak ettiği alkışlardan yoksun kaldığı için, oyun size küsüyor, biz oyuna"

* * *

Sanatı ve sanatçıyı "küstürmemek" gerekiyor. Hele "tiyatroyu ve tiyatrocuyu" asla. Çünkü onlar "toplum" olmanın da "birey" olmanın da "garantisi". Aynı zamanda da "sigortası". O sigortalar attığında ne birey kalıyor, ne de toplum.Bunu herkesin bilmediği açık. Yaşadıklarımızdan bu sonucu çıkarmak çok kolay. Şöyle bir çevreye ve olan bitene bakmak yeterli.

O nedenle Coline Serreau'nun yazdığı "Belalı Aile"de oynayan, çoğu ilk kez izlediğim, o "AST"lıların oynarken sergiledikleri "güzelliğe" ve az sayıda seyircinin alkışlarına karşılık verirken gösterdikleri "içtenliğe" burada bir kez daha teşekkür ediyorum.

Sonra da sözlerimi onun sözleriyle bağlıyorum:

"Ama sahnenin bitmez tükenmez sınır taşımaz uğraşı yine onurlu, soylu biçimde sürmeye devam ediyor. Yere göğe koyamadığımız değerler alt üst olurken, değişim ve yenilenme adına akıl almaz pespaye yaklaşımların baş tacı edilip, her şeyi alkışlayanlar her şeye kahkaha atanlar topluluğunun işgali altında günü gün etme, benden sonrası tufan anlayışının egemenliğinde, biz kendimizi değişmezliğin hücrelerine mi tıkadık acaba? Hayır. Sanmıyoruz. Ötesi, inatla inanmıyoruz."

Ben de inanmıyorum, ama sizlerin de inanmamanızı istiyorum. Çünkü AST'lar öyle kolay kolay ortaya çıkıp, kolay kolay 45 yılı geride bırakmıyor.

29/12/2007

23 Aralık 2007 Pazar

“Fark etme, anlama, öğrenme ve biriktirme”

Bir ay sonra yeniden birlikteyiz işte.

Bir önceki “bilgi notu”mda “Geliyorum. Gidiyoruz” demişim.
İsterseniz Sezar’ın söylediği gibi söyleyeyim: “Veni, Vidi, Vici.”
Yani “Geldim, gördüm, yendim!”

Ama öyle değil. “Geldim, gittim.”
“Yenmedim” yani. Çünkü yenecek bir şey yok. Yaşam akıp gidiyor. Üzerimize aldığımız, kendi kendimize verdiğimiz sorumlulukların peşinde “geliyoruz ve gidiyoruz.”
Yaşam zaten bundan ibaret!...

Evet, “geldim ve gittim”.
Ama bu sefer “Yol’cu”suzdum.
Başka bir deyişle “Yol’cu” Manisa’da “Barış Alanı”ndaydı.

Ben ise yine yollarda ve işlerin ardında.
21 Kasım sabahı “puslu” bir Ege gününde ayrıldım Manisa’dan. İstanbul’un yoğun trafiğiyle cebelleşmeye başladığımda “gece” olmaya başlamıştı.
Gündüz ve gece fark etmiyordu; trafik açısından. Her zaman “yoğun”, her zaman “tıkalı”ydı.

Tıpkı “kapitalizm” gibi. Eğer “elde edeceğin bir rant” yoksa her zaman “mağdur”u oluyorsun bu hareketliğin, ya da daha doğru bir deyimle “hareketsizliğin”.
Ama aynı zamanda eğer bir elde edeceğin bir “rant” söz konusuysa bu durum kazancını katlamanı sağlıyor. Üstelik yalnızca sen değil, bu süreçle hiç ilgisi olmayanlar da sana kazandırıyor.

Kazanmak istemediğim gibi birilerinin kazanmasına “yol açan” da olmak istemiyordum.
Onun için her türlü “tıkanıklık”tan kaçıyordum.
Ama insan “kendisinden kaçamıyor.” Hele hele kendini bir şekilde bazı işlerin “sorumlusu ve görevlisi” olarak tanıtınca bu mümkün değil.
Onun için yeniden”İstanbul”daydım.

Bu ayın son günü ve gelen ayın ilk gününe yayılmış İstanbul Barosu’nun “Sağlık Hukuku Sempozyumu”nda bir konuşmam vardı.

İstanbul’dan uzaktayken eksik bıraktıklarımı tamamlarken, bir yandan da bu sempozyumdaki “konuşmam ve sunumumu” düşündüm. Önümde iki seçenek vardı: İlk seçeneğim izleyenleri heyecanlandıracak ve korkutacak, biraz da “sansasyonel” bir sunum yapmaktı. Herkesin hoşuna gideceğinden emindim. Epey ses de getirirdi. Ama bu, “tarz” olarak acaba bana uyar mıydı. Bunu çok düşündüm. Konuyla ilgili bazı arkadaşlarımla tartıştım.
İkincisi ise “bilgi aktarımı”na dayalı “klasik” ve “benim her zaman yaptıklarıma” benzer bir sunum seçeneğiydi. Bu kolaydı ve hemen yapılabilirdi.

Kararsızlığımı aşmama duyduğum bir haber yardımcı oldu.

Adımı vermese de Sağlık Bakanı bir televizyon söyleşisinde benden söz etmişti.
Dahası bilgisizliğini ortaya koyan bu sözlerine HAYAD yaptığı resmi açıklamayla bir yanıt vermişti.

Şöyle diyordu HAYAD:
“TV8'de 28.10.2007 tarihinde yayınlanan “Bunu Konuşalım” adlı programa Sayın Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ katılmıştır. Seyircilerin bir sorusu üzerine HAYAD ile ilgili yanlış bilgiler vermiştir.
HAYAD kurucuları arasında "doktor" bulunmamaktadır.
Ancak; HAYAD üyeleri arasında "sağlık personeli" vardır ve de olmaları yadırganmamalıdır. Hasta hakları örgütlenmeleri "doktor" karşıtı örgütlenmeler değildir, olamazlar da.
Hele de sayın bakan'ın "HAYAD KURUCULARI ARASINDA TTB AVUKATLARI VARDIR" şeklindeki ifadesi tamamıyla gerçek dışı olup, HAYAD'ı kamuoyuna ve TV8 izleyicilerine yanlış tanıtmaya yönelik açık bir karalamadır.
1997 yılından bu yana faaliyet gösteren derneğimiz, toplum bilincinin geliştirilmesi, hasta haklarının tanınması duyarlılığın arttırılması için çok sayıda etkinlik yapmış ve yapılan etkinliklere katılmıştır.”

Bakanın bu konuda olduğu gibi başka konularda da bilgi eksiklikleri vardı. Daha doğrusu kamuoyuna yönelik yanlış bilgilendirmeleri vardı. İşte onları ortaya koymam gerektiğini düşündüm. Sağlık Bakanlığı’nın sanki kendi düşünceleriymiş gibi sundukları “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın gerçek yüzünü ortaya koymaya yönelik bir sunum yapmaya karar verdim. Çünkü zaten sunumumun başlığı “Sağlıktaki Değişikliklerin Sağlık Hakkına Etkisi”ydi.

Oldukça olumlu tepkilerin ve geri dönüşlerin olduğu bir sunumdu.
Salondaki yüze yakın izleyici etkilendi. Baronun sayfasında haberi de yapıldı.

Sempozyumun ikinci günü akşamında sempozyumu düzenleyen komisyonun verdiği Baro yöneticilerinin de katıldığı yemekte konunun sempozyumda gündeme gelmeyen yönlerini konuştuk.

O haftanın içinde dernekle ilgili çalışmalar vardı.
Tabii ki “Sanat ve Kültür”ün beşiği olan İstanbul’da olmanın avantajlarından da yararlanmayı ihmâl etmedim. Sinemalarda oynayan filmler ve artık kışın gelmesiyle birbirinin ardı sıra yapılan “film festivalleri”ndeki filmleri kaçırmamaya çalıştım.

Bilgi Üniversitesi “İnsan Hakları Merkezi”yle sürdürdüğümüz çalışmalar konusundaki görüşmeler, buluşmalar, konuşmalar da bu hafta içinde gerçekleşti.

Sonra 4 günlük “Ankara” yolculuğu girdi araya.
Bunun ilk gününde Sağlık hakkı hareketi Derneği adına, Birleşmiş Milletler tarafından ortaya konulan ve Türkiye’nin de 2002 yılında imzaladığı “Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Sözleşmesi”yle ilgili bir “alternatif rapor” hazırlamaya yönelik bir etkinliğe katıldım.
Güzel ve benim için öğretici bir toplantıydı. Ama aynı zamanda önemli katkılarda da bulunduğum bir toplantı oldu.
Ertesi günü “Eksi Onsekiz Medya Grubu”nun yaptıklarıyla ilgili bir basın açıklamasını izledim. Çocuklar tek kelimeyle “muhteşem”diler. Neler olduğunu yandaki “gezerken” yazılarını tıklayarak öğrenebilirsiniz.
Son iki günde ise konu “HIV+ ve AIDS”ti. Ulusal AIDS Komisyonu’nun çalışmaları bağlamında yapılan bu iki günlük etkinlikte yine SHHD adına olması ve yapılması gerekenleri ortaya koymaya çalıştım. Ne kadar anlaşıldı, onu bilmiyorum. Ama benim “anlatma” noktasında bir sıkıntım olmadı.

İstanbul’a geri döndüğümde programda birbirinin içine giren çok sayıda etkinliğin olduğu bir hafta sonu söz konusuydu. Katılmam gerekenleri değil de “en önemli” olanı saptama ve ona katılma anlamında epey zorlandım.
Sanırım başardım. Benim dışımdaki zorunluluklarla, kendi kendime koyduğum zorunlulukların dengesini bulmaya çalıştım. Sonuçta Boğaziçi Üniversitesi’ndeki “Yoksullukla Mücadele Ağı” toplantısı, “Yeşillerin Partileşme Süreci”, “78’lilerin Geleneksel Yemeği” bu hafta sonunun katıldığım etkinlikleri oldu.
Tabii ki katılamadığım bir çok etkinlik vardı. Bir gün insan “ışınlanmayı” ya da “klonlanmayı” başarırsa bu tür sorunları da yaşamayız sanırım.

Kendime “hazırlanmak” için verdiğim bir günlük moladan sonra tam “26” gün sonra “Yol’cu”yla yeniden buluştuk. Manisa’daki bu buluşmanın ardından uzun sürmeyen “tek mola”lık bir yolculuktan sonra Bodrum’a “Gümüşlük Akademisi”ne ulaştım.

Ağustosun 12’sinden Aralığın 22’sine kadar geçen 4 ay 10 günden sonra sevgili Ahmet ve Latife her zamanki “dostça merhaba”larını eksik etmediler.

Başta da dediğim gibi şimdi, okuma, yazma ve biriktirme dönemi.
Bir anlamda “kuluçka” ya da “kış uykusu!”
Ama uyunmayan, bir “devingenliğin” ve başka türden “üretkenliğin” söz konusu olduğu bir dönem.

Gelecek paylaşımımızda bunların ne kadar “gerçek” ne kadar “doğru” olduğunu birlikte göreceğiz.

Eğer merak ediyorsanız, izleyebilirsiniz.
Her şey açık, her şey aleni. Çünkü yapılanlar “hepimiz” için...
“Yolculuk sürüyor!”

22 Aralık 2007 Cumartesi

Manisa'da bir "Barış alanı"

"Kentlerimiz elden çıkıp gidiyor. Kentlerimiz yaşanılamaz duruma geliyor. Kentlerimiz elden giderken, kentlerimizi yönetenler ne yapıyor. Sürekli mazeret üretiyor."

BU SÖZLERİN sahibinin adı "Mustafa Pala". Kendisini Manisa'da tanıdım. Manisa'da oluşturmaya çalıştığımız "Manisa Sağlık Hakkı ve Hasta Hakları Derneği"yle ilgili çalışmalar sırasında karşılaştık.

"YOL'CU"nun konakladığı "Barış Alanı"nın kurucusu, oluşturucusu, aktif ve aktivist bir insan.

Bir yazar, bir düşünce ve eylem insanı. Çok farklı bir "özel girişimci". Girişimlerini "kamu adına" yapmaya çalışıyor. İnsanlar için uğraşıyor.

İnternette bulduğum biyografisinde şöyle yazıyor: "Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi İşletmecilik Kooperatifçilik Bölümü mezunu. Köy-Koop Manise Birlik Genel Başkanlığı, Köy-Koop Merkez Birliği Yönetim Kurulu üyeliği ve Tariş'te bakanlık murakıplığı görevlerinde bulundu. Manisa Tarzanı'nın yaşam öyküsünün filme alınması konusunda çalışmalar yaptı ve sonuçta Manisa Tarzanı filminin çekimi gerçekleştirildi. 'Kent Kooperatifçisinin Kitabı' ile 'Bir Kent Kooperatifinin Özgün Öyküsü-Anadolu Sentezi' adında iki kitabı var. Manisa Birlik Genel Başkanlığı, Manisa Kültür ve Sanat Kurumu Başkanlığı görevlerini halen sürdürüyor."

* * *

Kitaplarından haberim var. Ama örnekleri elimde yok. Yani okuma fırsatım olmadı.

Kendisiyle yaptığımız iki saate yakın sohbetten ve Manisa'da yerel yayın organlarında yazdığı yazılardan edindiğim bilgilere göre, mevcut koşullar içinde bile, pek çok yerde yaşadığımız "çarpık kentleşme"nin aksine "farklı bir yaşama mekanları ve biçimi" yaratılabileceğini savunuyor. Savunmakla kalmıyor; gerçekleştiriyor da. Yaptıkları ortada.



Gezip dolaştığım, yaşadığım yerlerde, bir çok "konut kooperatifi" ya da "kooperatif konutu" gördüm; kışlık, yazlık, kentsel alanlarda, sayfiye yerlerinde.

Ama içinde kooperatifin ortak mülkiyeti olan bir "kütüphanesi", bir "özel toplantı salonu", bir "tiyatro sahnesi", "çeşitli atölye ve işlikleri" olan bir "özel kültür merkezi" olan site görmedim.

Evet havuzları, tenis kortları, spor alanları, kafeleri, lokantaları olan çok sayıda site ve özel konut alanları var. Ama oralarda yaşayan insanın "aklına, düşüncesine, bilincine" yönelik "özel" düzenlemeler yapılmış olanları hiç görmedim.

"Yol'cu"nun bir aya yakın zamandır durduğu "Barış Alanı"ndaki "Öncü sitesi"nde bunların hepsi var.

Dahası da var: Mülkiyeti kooperatif ortaklarının ve orada yaşayanlarının tümüne ait olan ortak kullanım alanlarında kendi hallerine gezen, ördekler, kazlar, hatta "tavuskuş"ları var.

Her boş alanda yeşille uyum içinde "çağdaş heykeller" var. Duvarların estetiğini sanatsal üretimler oluşturuyor.

* * *

Mustafa Pala yıllar önce bu işe başlamış. Önce bu alanın bir "kent yerleşim alanı" olarak belirlenmesine uğraşmış. Başarmış. Sonra bir çok kooperatif kurulmasına destek olmuş. Sayısını sormadım ama çok sayıda kooperatifin oluşturduğu siteler var, Barış Alanı'nda. Sağlamış.

Kendisi de bulduğu insanlarla bu siteyi yapmış.

Şimdilerde "küçük konut"un geleceğin konut modeli olacağı düşüncesiyle "küçük konutların olacağı" evlerde yapılan bir çok hizmetin merkezi olarak ve birlikte sağlanacağı "konut"lar üzerine çalışıyor. Dahası bu konutların çevreye en az olumsuz etkide bulunmasını istiyor. Kendi enerjisini, en az zararlı ve en doğal yollarla kendisi üretmeyi kafaya koymuş. Kullandığı sudan, belirli bir sistem içinde bir damlasını heba etmeden yararlanmayı düşünüyor. Her şeyi dönüştürerek, sonsuza kadar kullanmaya çalışan bir "model kent yaşam alanı ve mekanı" üretmeyi düşlüyor. Bu amaçla yazılar yazıyor insanlarla konuşuyor, onları düşüncelerine ortak etmeye çalışıyor.

* * *


Bunları yaparken yalnız daha güzel mekanlarda ve daha çağdaş biçimde yaşamayı yeterli bulmuyor.

O "Kentleşme ve kentlileşme önemli, kentleşme ve kentlileşmeyi beceremediğimizde, demokrasinin de işlemeyeceğini havasız susuz yaşayamayacağımızı bildiğimiz kadar biliyoruz. Demokrasiyi önce yerelde, sonra genelde işletmeyi öğreneceğiz. Yerelde beceremezsek genelde becerme şansımız hiç olmayacaktır. Tartışarak karar üretmeyi, ürettiğimiz kararlara tartışmasız uymayı öğrendiğimiz an, sağlıklı kentleşmenin, kentlileşmenin ve işleyen bir demokrasinin de yolu açılmış olacaktır" diyerek kentleşmenin aynı zamanda "demokrasi"yi egemen kılmanın da bir yolu olduğunu da düşünüyor. Amacı daha demokratik bir toplum haline gelmemiz.

Eski Yunan ve özellikle Atina'nın "site devletleri"nin "demokrasi"nin hem de "doğrudan olanı"nın çıktığı yerler olduğunu düşününce, insan ister istemez "belki de olabilir" diyor.

Çünkü "demokrasi" için önce "uzlaşabilme bilinci" gerekli. Bu "kentte yaşamak" için de olmazsa olmaz unsurlardan birisi bu bence.

Gerçi "kültürel farklılıkların ve eğitim eksikliğinin" yarattığı sorunları çeşitli örneklerde yaşadığını Mustafa Pala'da söylüyor yazılarında bunları tartışıyor ama, kentsel alanda yaşamanın bu anlamdaki farklı bir "kültürü" yaratacağı, bir ölçüde de olsa "güncel pratik"ten giderek gerekli eğitimi sağlayacağı düşüncesinde.

* * *



Kuramsal yaklaşımlar çok farklı olabilir. Ama beni saran ve bunu incelemeye ve izlemeye yönelten temel neden "somut yaşamda" ortaya çıkanlar. Geri kalanı bence "laf".

Çok "laf"tan iş çıkmıyor. Ama ortaya çıkan her işten bir çok "laf" çıkartmak mümkün. Onun için Mustafa Pala'nın ardından olumlu olumsuz çok laf ediliyor bence.

Ne demişler "meyve veren ağaç taşlanıyor". Tabii ki amaç "meyveleri düşürmek ve yemek", yani onlardan yararlanmak. Mustafa Pala'nın buna itirazı yok. O "iş yapmaya" devam ediyor. Deneyimleri ve ortaya koyduklarından bence "öğrenecek" çok şey var.

22/12/2007

15 Aralık 2007 Cumartesi

"Biz bu ülkenin geleceğiyiz..."

Öyle yılda bir "çocuk bayramlarında" ya da "işimize geldiği zaman" değil; yaşadığımız, içinde yer aldıkları ya da bugün ya da yarın doğrudan etkilenecekleri tüm süreçlere, onları "gerçekten" katmamız gerekir.

YANDAKİ resimde gördüğünüz genç delikanlının adı Onur. Tam adı Salih Onur Musaoğlu. Ankara'da yaşıyor. 15 yaşında; bu yıl lise 1. sınıfta okuyor. Üç kardeşin ortancası.



"Gündem: Çocuk! Derneği"nin çocuklarla sürdürdüğü, çocuklar ve çocuk haklarına saygılı bir medya çalışmasını yürüten "Eksi Onsekiz Medya Grubu"nun bir üyesi.

9 Aralık Çocuk Yayıncılığı Günü nedeniyle, onun da aralarında yer aldığı grubun bu güne dikkat çekmek ve ürettikleri "belgesel" ve "gazete"yi sundukları basın toplantısına ben de BİA adına katıldım. Çünkü "YOL'CU"suz yolculuğumun ara konağı bu defa "Ankara"ydı.

Tunalı Hilmi Caddesi'ndeki, Tunalı Otel'de yapılan toplantı başlamadan önce orada erken olmanın avantajını kullandım ve Onur'la küçük bir söyleşi yapmak istedim. Sevinerek kabul etti.

* * *

Söyleşiyi olduğu gibi yazmak yerine; onun bu söyleşide bana söylediği bence çok anlamlı bazı cümleleri sizlere buradan duyurmak istiyorum; çünkü yeterince açık ve net:

-"Bazı olaylarda 'çocuk istismarı' olabiliyor. Göze bant çekmeyebiliyorlar, adını açıkça yazabiliyorlar."

-"Bu o kişinin hem şimdiki durumunu hem de geleceğini etkiliyor. Bu da çocuklar açısından 'kötü bir durum' oluyor"

-"Çocuklar kötü bir iş yapınca bize geliyorlar ama iyi bir iş yapınca çok yayınlamak istemiyorlar."

-"Daha geniş haberleri olduğu için çocuklara çok yer verilmiyor."

-"Bazen çok objektif bir şekilde vermiyorlar."

-"Çocukları eğitim vermek gibi bir amaçları yok."

-"Ben olsaydım çocukları 'istismar edecek' haberler yazmazdım. Onların haklarını ihmâl etmemek için sonuna kadar çalışırdım. Çünkü 'o da' bir insan."

-"Aldığımız eğitim yetersiz. Eğitimsiz olmaz. Onun için eğitime çok önem verirdim. Ben gazeteci olsaydım, çocukları eğiten yayınlar, programlar yapardım."

-"Çocuklar büyüklerinden şiddet görüyor. Bunun haberini yapardım."

-"Çocukların sportif etkinliklerini, başarılarını sergileyen haberler verirdim."

-"Biz bu ülkenin geleceğiyiz. Bu ülkenin geleceğine yönelik konularda bizlerin de düşüncesi alınmalı, bizler de işin içine katılmalıyız. Zaten bunu yapamazsak biz bu ülkenin parçası olamayız."

-"Tüm çocuklar bu konulara bizim kadar duyarlı değil, ama bunun nedeni de bence veliler, anne babalar."

* * *

Onur daha sonra basın toplantısı bölümünde büyük bir içtenlikle "eksionsekiz" adlı gazeteyi nasıl hazırladıklarını anlattı ve gazetenin içindeki yazıları tanıttı.

Gerçekten dolu dolu bir içeriği olan, öz ve biçim olarak da gerçekten "gazete" olan bir gazete hazırlamışlar.

Gazetenin dördüncü sayfasında "Aşısızlıktan ölen 30 çocuk" başlıklı haber-yorumun altındaki imza da Onur'un. Şöyle ifade ediyor Onur düşüncelerini:

"Doğu Anadolu'ya verilen hizmetlerin eksikliği çocuklara da yansıyor. 8 Kasım tarihli Doğu Express gazetesinden son bir buçuk yılda aşısızlıktan otuz çocuğun öldüğü haberini aldık. Böyle bir olayın söz konusu bile olmaması lazım. Bu hizmet eksikliği neden sadece Doğu Anadolu'da oluyor. Sanki Doğu Anadolu ülkemizin bir bölgesi değilmiş gibi davranılıyor yıllardır."

Gazeteyi mutlaka bulup devamını okuyun. Ben yalnızca Onur'un son cümlesine burada yer vereceğim: "Bu ortam sağlanırsa zaten ne birisi ayaklanır, ne de savaş açar."

* * *



O gün basın toplantısında masanın arkasında "basın açıklamasını okuyan ve sunuş yapan" 12 çocuk, pırıl pırıl 12 genç insan vardı.

Heyecanlarını, tavır ve davranışlarını orada olup da görmeliydiniz. Farkında bile olmadan onların heyecanlarına katılabilir, kendinizi onlardan birisi sayabilirdiniz.

Yaptıkları işten duydukları onur ve gururu tavırlarından algılayabilirdiniz. Onların bu duyguları bende olduğu sizleri de alıp gençliğinize ya da başka bir yerlere götürebilirdi. Geçen zamana, yitirilenlere, bir daha geri gelmeyecek olanlara benim gibi hayıflanabilirdiniz.

Düzgün cümlelerle kendilerini ve meramlarını doğru bir şekilde ifade ettiklerini görebilir, kim bilir belki de bunu yapamayan "yüksek yerlerde oturan 'kocaman' insanlarla" onları kıyaslar, gördüklerinize şaşırabilirdiniz.

* * *

Onur diyor ki "bu ülkenin geleceği bizleriz, bizleri de yaşımıza bakmadan aranıza katmazsanız olmaz!"



Onları dinlememiz gerek; seslerini, düşüncelerini, tepkilerini ifade etmelerine olanak tanımamız gerek.

Öyle yılda bir "çocuk bayramlarında" ya da "işimize geldiği zaman" değil; yaşadığımız, içinde yer aldıkları ya da bugün ya da yarın doğrudan etkilenecekleri tüm süreçlere, onları "gerçekten" katmamız gerekir.

Yarının, bugünün olumsuzluklarını taşımasını istemiyorsak, onların yarın bizleri "kınamasını, eleştirmesini, kızmasını", hatta bizlerin sıklıkla yaptığımız gibi "küfretmesini" istemiyorsak, yarınki dünyanın bu gün olandan daha güzel olmasını istiyorsak, bunların farkında olmamız ve önce kendimizden başlayarak değişmemiz gerekir.

* * *

Basın Toplantısı'nda okudukları ve bizlere dağıttıkları "Benim Medyam" başlıklı bildirinin her cümlesi "medya" için büyük anlam taşıyor.

Gazete yayınlayanlar, radyo televizyon yayını yapanlar, internette herkesin ulaşacağı sayfalar hazırlayanlar, o cümlelerin her birini önlerine koymalı ve yaptıklarını bu cümlelerin ifade ettikleriyle değerlendirmeli. Yanlışlarını görmeli ve bunlardan vazgeçmeli.

Medyanın rolü önemli olduğu için medyadan başlamak önemli. Çünkü olumlu ya da olumsuz tutum ve davranışlarıyla "kamuoyu"nu medya oluşturuyor. Yanlışlar da doğrular da toplumun ortak tutum ve davranışlarına dönüşüyor.

Gelin onları göz önünde tutarak bir yayıncılık ve habercilik faaliyeti sürdürülmesini sağlayalım.




Eksi onsekizin ilk yayınlandığı "temmuz ayındaki" basın açıklaması videosunu izlemek için: linkini, çocukların söz konusu basın açıklamasında sundukları ve kendilerinin hazırladığı "aynı ama farklı, farklı ama aynı" adlı belgeseli izlemek için de linkini tıklayabilirsiniz.

15/12/2007

8 Aralık 2007 Cumartesi

"Çok gövdeli bir ağacın ortak meyvesiyim."

"Orada olmalıydınız... Bir daha yapılırsa sakın kaçırmayın... Çok kültürlü bir olmanın keyfini, hazzını ve mutluluğunu bir kez tadarsanız, ne demek istediğimi anlayacaksınız..."





YOL'CU'
nun yolcusu bir süredir İstanbul'da. Ya da şöyle diyeyim: Yolculuğumun uğrak yerlerinden birisi de "İstanbul" oldu.

İstanbul'daydım ama yolculuğum sürüyordu.

Hem de Yeni Melek Gösteri Merkezi'nin bir koltuğuna oturduğum halde bir uçtan bir uca tüm coğrafyayı dolaşıyordum.

Sekiz saat sürdü bu yolculuk. Ama Anadolu'nun, Trakya'nın neredeyse tüm kültürleriyle birlikte oldum.

* * *


Yenimelek'te bundan yaklaşık 30 yıl önceki bir başka yolculuğum aklıma geldi, koltuğuma oturduğum anda.

O yolculukta Ruhi Su vardı, Sümeyra Çakır vardı, Rahmi Saltuk vardı, Timur Selçuk vardı.

Bir 14 Mart Sağlık Haftası etkinliğiydi, orada bir araya gelme nedenimiz. Sinop Kalesi'nde Yemen Çöllerine, Sarıkamış Allahüekber dağlarından, Çanakkale sırtlarına, Serez'e, Drama'ya, Diyarbakır'a kadar tüm yurdu dört dolanmıştık. İzleyen yaklaşık iki bin kişiyle.

Bu kez de yine farklı kökenlere sahip bir o kadar insan vardı.

Ama sekiz saat boyunca ardarda sahne alan yüzlerce sanatçı, aydın, düşün insanı, şarkıcı, türkücü, müzisyen, oyuncu, ozan, aşık vardı orada...

Onların bir araya toplanmasının tek nedeni "koşar adım yol aldığımız bir çatışma ortamından" uzak olma isteğiydi.

* * *



Anadolu'nun farklı yörelerindeki kültürlerin bir arada varlığını herkese göstermek için yıllardır yayıncılık yapan bir aydın Sevgili Özcan Sapan ve arkadaşlarının oluşturduğu "HALKLARIN DOSTLUĞU GİRİŞİMİ"nin; "Bizler farklılıklarımızla yanyana, kardeşçe, barış içinde, insanca ve onurumuzla yaşamak isteyen 'çoğunluğuz.' Anadolu, halkların kardeşçe yaşadığı bir cennet olabilecekken bizi cehennemde yaşamaya mahkûm etmek istiyorlar. Bunun için önce halkların kardeşliğine, dostluğuna saldırıyorlar. Zenginliğimiz olan farklılıklarımızı kullanarak aramıza kin ve nefret tohumları ekiyorlar" diyerek buna karşı duruşlarını, sanatla, kültürün çok renkliliğiyle, barışın evrensel dili müzikle göstermek isteyenlerin düzenledikleri bir etkinlikti "Dansları, müzikleri, renkleri, sesleri, sözleri ile Halkların Buluşması"

Ben de özellikle orada onlarla birlikte olmak, içinde bulunduğumuz bu çok renkli, çok kültürlü coğrafyayı bir kez daha tüm güzelliğiyle yaşamak istedim. İyi ki de öyle yapmışım.

Bir önceki gece İstanbul Barosu'nun "Sağlık Hukuku Sempozyumu" sonrası yediğimiz akşam yemeğinde, baronun yönetim kurulu üyelerinden ikisiyle yaptığım "küçük tartışma"da söylediklerimden ve savunduklarım "en canlı haliyle" karşımda duruyordu.

"Keşke onlar da burada olsalardı ve sahnede olanı görüp, düşüncelerini bir kez daha sorgulasalardı" diye geçirdim onları izlerken.

"Herkesin farklı, ama herkesin eşit" olduğunu anlamak için insan aklının yeterli olması gerekir. Ama bazılarının bunu sanırım somut olarak yaşamaları, görmeleri gerekiyor. Ne yazık....

* * *

Sizlere o geceyi tüm ayrıntılarıyla anlatmam olanaksız. Orada olanların, o renkleri, o farklılığı bize gösterenlerin özelliklerini de burada sıralayamam. Ama; hem o çok kültürlülüğü somutlamak, hem de onların emeklerine duyduğum saygının gereği onların adlarını onların sahne alışlarına göre burada sıralamak istiyorum:

Serdar Keskin, Keops, Hasan Sağlam, Dalepe Nena, Domane Dersim, Aka-Der Hasret Semah Ekibi, Birol Topaloğlu, Ali Nafile, Grup Nidal, Vova, Kaf Dağı Müzik Topluluğu, Havva Karadaş, Nurettin Güneş, Aka-Der Mozaik Dans Topluluğu, Grup Helesa, İlknur Yakuboğlu, Nevzat Karakış, İsmail Karaca, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu...

Onlar hem tek başlarına, hem gruplarıyla, hem de zaman zaman birlikte sahne aldılar. Türkçe, Kürtçe, Zazaca, Lazca, Gürcüce, Megrelce, Adigece, Abhazca, Ermenice, Rumca, Pontus Rumcası, Hemşince, Arapça şarkılar, türküler, bozlaklar, ağıtlar, kılamlar söylediler.

Rengarenktiler: Hem söyledikleriyle, hem görünümleriyle, hem de tarzlarıyla... Çoktular: sazları, davulları, gitarları, flütleri, adlarını bilmediğim bir dolu müzik aletleriyle... Ama dile getirdikleri hep aynıydı: Çilerlerini, sıkıntılarını, yaşamlarını anlatırken bile aslında bir arada olmayı, dostluğu, kardeşliği, ayrılmazlığı anlatıyorlardı.

* * *



Eve gelince aklıma bu coğrafya da kaç tane böyle rengin yaşadığını merak ettim. İnternetten taradım. Karşıma 660 sayfalık dev bir çalışma çıktı: "Türkiye'deki Etnik Gruplar" Yazarı bir "Alman": Peter Alfrod Andrews (1989, Ethnic Groups in the Republic of Turkey, with the assistance of R. Benninghaus. Beiheft Nr. B 60, Tübinger Atlas des Vorderen Orients. Wiesbaden (L. Reichert). 659 pp. plus maps. ISBN 3-88226-418-7 (vol.1)) Bu yayının bir bölümü 1992'de Tüm Zamanlar yayıncılık tarafından Türkçe'ye çevrilmiş. Kitaba dair nette çok sayıda tartışma var, ama bunun olması bile çok güzel.

Yazılanlara göre bu coğrafyada 47 farklı etnik yapı bulunuyormuş.

ABD'nin sanırım elli eyaleti var. Bilmiyorum bu eyaletlerde yaşayan farklı etnik yapıların sayısı bizdekine yaklaşıyor mudur? ABD dünyanın maddi olarak en zengin ülkesi sayılıyor. Peki 47 farklı kültürün bir tek ülkedeki varlığı sizce önemsenmeyecek ya da tersten söylersek, övünülmeyecek bir zenginlik midir?

Onların bir arada kardeşçe, dostluk içinde ve mutlu yaşamaları, kendi varlıklarını, dilleriyle, kültürleriyle, sanatlarıyla sürdürmeleri, demokrasinin işlemesi için her düzeyde varolmaları "kötü" müdür sizce? Bunlardan söz etmek ve etkinlikte sevgili Ragıp Zarakolu'nun dediği gibi bu ülkeyi bunların içinden yalnız birine aitmiş gibi gösteren ve "Türkiye Türklerindir" diyenlere karşı çıkmak sizce "bölücülük" ya da bu ülkenin "parçalanmasını istemek", "birilerinin oyununa gelmek" midir acaba?

* * *

Sonra üşenmedim bulduklarımı en azından "kayda geçsin" diye alt alta yazdım. İşte sonucu; eksikleri varsa tamamlamanız dileğiyle:

Türkler (Kendi içinde farklı dinsel ve kültürel özelliklere sahip gruplar şeklinde de tanımlanıyor: Sünnî Türk, Alevî Türk, Sünnî Yörük, Alevî Yörük, Sünnî Türkmen, Alevî Türkmen ve Avşar, Yörük, Abdal, Pallık, Efe, Nalcı, Elçi, Çepni, Karapapak, Terekeme, Rumeli göçmeni Türkler, Azeriler, Kızılbaşlar, Tahtacılar, Dadaşlar, Manavlar, Uygurlar, Kırgızlar, Özbekler, Balkarlar, Karaçaylar, Kumuklar, Kırım, Nogan Tatarları gibi); Kazaklar, Kuban Kazakları, Pomaklar, Boşnaklar, Tatarlar, Gagavuzlar, Arnavutlar, Lazlar, Gürcüler, Megreller, Hemşinliler, Adigeler, Abhazlar, Çerkezler, Kürtler (Kırmançi, Zaza, Dımılli); Ermeniler, Rumlar (Pontus Rumları, Yunanlar, Kıbrıslılar); Museviler(Yahudiler, Ladino, Seferad, Aşkenazi); Araplar, Nusayriler, Ezidiler, Süryaniler, Keldani, Nasturi, Bahailer, Polonezler, Almanlar, Estonlar, Molokanlar, Sudanlılar, Habeşler, Kıptiler, Romanlar...

Bunların her birinin diğerinden veya yakın benzerlerinden farklı olup olmadığı üzerine yapılan kimi bilimsel, kimi siyasi tartışmaları bir yana koyuyorum. Ben kendini "farklı gören ve sayan" her kimliğin bunu böyle değerlendirmenin kendi hakkı ve ortaya çıkanın da bir zenginlik olduğunu düşünüyorum. Bu zenginliği "tekleşmeye" çevirmenin de en başta insana ve onun varlığına, sonra da bir arada yaşamamız için zorunlu olan "hoşgörüyle kabul"ün modern ifadesi olan "demokrasi"nin bir gereği olduğunu düşünüyorum.

* * *

Söylenecek çok söz var. Ama sanırım bu noktada hepimizin birlikte söylememiz gereken cümle, "Halkların Dostluğu Girişimi"nin internet sitesinin üzerinde yazılı olan şu taahhüttür: "Çocuklarımıza farklılıklarından arınmış bir gelecek değil, tarihi ve kültürüyle barışık bir dünya bırakacağız."

08/12/2007

1 Aralık 2007 Cumartesi

"Kaybolan zanaatler" kaybolan değerlerimiz...


" 'Çobanın sırtındaki kepeneğin ne değeri olabilir ki' dedi; çalan son model cep telefonunu kulağına götürürken. Anlatamayacağımı fark ettim ve sustum!.."

DOĞU Anadolu'ya çocukluk yıllarımdan yaklaşık 20 yıl sonra ilk kez gittiğimde, koyun sürülerinin ardından gezen sırtları kepenekli, elleri uzun çomaklı çobanları ilk görmüş; hemen aklıma Erzurum'un "Gezköy"ündeki bize süt getiren tren istasyonu bekçisinin oğlu "Faruk" ve onun sözleri gelmişti.

Hava çok soğuktu ve sırtımdaki paltonun içinde üşüyordum.

Onun da sırtında ise "keçeden kepeneği" vardı. "Bu üşütmez ki!" demişti, omzunu şöyle bir yukarı kaldırarak. Çocuk aklımla şaşırmış, ona inanmamıştım.

* * *

Yine yıllar sonra bu kez Afyon'un eski çarşısının ara sokaklarında dolaşırken, yeni onarılmış ve yeni boyanmış bir eski evin çatısından aşağı sarkan "kepenekleri" görünce yine aklıma Faruk, kepeneği ve söyledikleri geldi: "Bu üşütmez ki!"

Afyon gibi "kara" ikliminin hakim olduğu bu kentte yavaş yavaş kışa dönen mevsimin soğuğu üşütmüştü de, o nedenle mi bu söz aklıma gelmişti; yoksa orada öyle asılı duran ve rüzgârla sallanan o kepeneklerin içlerinde sanki birilerinin olduğunu mu düşünmem mi üşümeme yol açmıştı bilmiyorum. Ama şiddetle "ürperdiğimi" anımsıyorum. Hatta şu anda bile; yani o kare gözümün önüne gelince.

Tam o sırada çantamdan fotoğraf makinemi çıkarmış ve burada gördüğünüz kareleri çekmiş olmalıyım.

* * *

Arkamdan bir ses "onların yapıldığı dükkânlar az ileride" dedi. Onun işaret ettiği yöne doğru yürüdüm.

Fotoğrafını çektiğim evin çaprazında karşı taraftaydı keçelerin yapıldığı dükkan. O onarılmamıştı. Çarpık, boyaları dökülmüş tahta bir kapısı vardı, bu eski taş dükkânın. Kirli camlarından içerisi görünmüyordu. Kapıyı itip içeri girdim.

Biri daha yaşlıca iki erkek yerde oturuyordu. Genç olanın önünde bir sergi, elinde de yünler vardı.

Merhabalaştıktan sonra "hâlâ satabiliyor musunuz yaptığınız bu kepenekleri" dedim.

Bir yandan işini sürdürürken "Allah razı olsun, idare ediyor, nafakamızı çıkarıyoruz" dedi daha keçelerle uğraşan.

Utandım söylediklerinden. Bir keçenin nasıl yapıldığını, nasıl emek isteyen bir iş olduğunu biliyordum.

"Çoğunu turistler alıyor" dedi yaşlıca olan.

Ardından ekledi: "Arada da sahiden çobanlık yapanlar da çıkıyor. Ama onlar da daha çok hava olsun diye alırlar."

Birkaç kare fotoğraf da içeride çektim izin isteyip.

Soğuk havaya karşın ter içinde çalışanın fotoğrafını çekmeye yüzüm tutmadı.

En azından bir keçe kepenek de ben alsaydım o zaman onun resmini çekmeye hakkım olurdu diye düşündüm.

Alamadım! Ne yapayım, kişisel bütçemde bu iş ayrılmış bir "fasıl" yoktu.

* * *

Sonradan araştırdığımda, buradaki keçecilerin sayılarının bir elin parmaklarından daha az olduğunu öğrendim. Cesaret edip o zaman soramamıştım; "kaç kişi kaldıklarını"; alacağım yanıttan korktuğum için.

Modern yaşamın ve değişen değerlerin neden olduğu bu "tükeniş"te herkes gibi benim de payım olduğunu düşündüm. Ben de bu dönemde yaşıyor; onlar için bir şey yapmıyordum.

Onları orada öyle boyunları koparılmış cesetler gibi sallanırken görmesem belki benim de aklıma gelmeyecekti; keçecilik, ondan yapılan kepenekler...

Özel olarak ilgilenmekten vazgeçtim, belki farkına bile varmayacaktım. Tıpkı Sandıklı'da varmadığım gibi. Oysa Keçecilik işinde adı sayılan yerlerden birisi de orasıymış.

* * *

Bunları yazarken tiyatro yaptığım sıralarda, bir oyundan aklımdan kalan "açlık çok kötü bir şey be abi" repliği aklıma geldi ilkin. Sonra da sevgili Mahmut Ortakaya'nın "İşini yitiren aç kalır. Aç olan da önce onurunu yitirir" sözleri. Sonra ülkenin, insanın, dünyanın bugünkü hali.

Tanesi 90-100 YTL'ye satılan bu kepeneklerden günde ancak, o da belki bir tane satan bir usta, yanındaki çırağı, ikisinin eline bakan 3-5 kişinin boğazı, el sanatlarının yaşamasına ne kadar yetiyordu ki acaba?

Yazıyı yazarken internette bir tarama yaptım. Keçecilik ve keçecilere dair. Afyon'da 19 yy sonlarında, yaklaşık 150 keçeci dükkanı varmış. 1920'li yıllarda 50 keçeci esnafı olduğunu, 1933 yılında ise esnaf cemiyetine 12 keçecinin kaydının bulunduğunu, 1966'da 20-25, 1982'de ise 24 keçeci dükkanının çalıştığını öğrendim.

Şimdi daha çok turistlere satış yapan 3-4 dükkanda çalışan keçecilerin on yıla varmadan tümüyle ortadan kalkacağını söylemek her halde kehanet sayılmamalı.

* * *

Sonra yünün keçe haline gelmesi için yapılanları bir daha düşündüm. Bilmediğim yanlarını bu konuyla ilgili siteleri dolaşarak öğrendim.

Bu keçeleri eski ustaların, ya da onların çıraklarının yapmalarını beklemek; üstelik teknolojinin olanaklarıyla bu iş çok daha kolay, çok daha az emekle üretilmesi mümkünken gerçekten doğru mudur diye düşündüm uzun uzun.

Makinede üretilenin fiyatıyla, elde üretilenin rekabet etmesini istemek büyük bir haksızlık değil midir? Emeğin en yüce değer olduğunu söyleyenler acaba bu konuda ne diyorlar, ne yapıyorlar; onları düşündüm. Bu durumun farkına varmak insanın içini acıtıyor açıkçası.

Ama bir değerin yitip gittiğini, kaybolduğunu görmek de bir o kadar acı veriyor insana!

Kırk katır mı kırk satır mı? Seç beğen birisini. Seçemiyorum.

* * *

Yıllar önce Buldan'da bir eski evin girişinde kurduğu "yer tornasında" ağaçtan havan, beşik ve çeşitli oyuncaklar yapan 80 yaşındaki ihtiyar bir tahta ustasının söylediği "bu işi yapan kimse kalmadı evlat, ben ölünce bu sanat ölecek" sözleri ve onları söylerken gözünden dökülen gözyaşları da aklıma geldi, bunları yazarken. O ihtiyarı düşündüm bir de. Sanatını eğer kimseye öğretmeden öldüyse mutlaka gözleri açık gitmiştir.

Tıpkı son Ubıh'ın konuşacağı kimsenin kalmaması nedeniyle 15 yıl hiç konuşmadan yaşaması ve sonunda onun ölümüyle birlikte bir "soy"un, bir "dil"in, bir "söz"ün, bir "kültür"ün ortadan kalkması gibi...

Neredeyse parmakla sayılacak kadar azalan "el sanatları"nın en azından bir toplumsal bellek olarak muhafaza edilmesi, günümüzde çok mu zor ya da olanaksız sizce.

Yiten her şeyde hepimizin payı var bence.

Eğer yiten şeyler birilerine bir şeylere zarar veriyorlarsa "yitsinler".

Ama onların yitmesinden bugün ya da yarın biz zarar göreceksek o zaman hepimiz onların yitmemesi, bir değer olarak varlıklarını sürdürmeleri için hep birlikte bir şeyler yapmalıyız.

1940'lar Almanya'sında anlatılan öyküdeki gibi söyleyeyim "günün birinde yitme sırası bize geldiğinde bunun farkında olacak kimse kalmayacak!..."

O zaman "o güzel insanlar o güzel atlara bindiler gittiler" diyecek kimse de olmayacak...

01/12/2007