31 Mayıs 2008 Cumartesi

Çernobil'den çıkan "sesler"i siz de duydunuz mu?

"Normal bir insansındır! Sonra bir gün birdenbire Çernobil insanına dönüşürsün. Herkes gibi olmak istersin; ama olamazsın. Sana farklı gözlerle bakmaya başlarlar..."

"ÇERNOBİL'DEN Sesler"i izlediniz mi?

İzlemediyseniz ülkeyi bir uçtan bir uca dolaşıyor. Sizin şehrinize de geldiyse mutlaka izleyin. Son oyunlarını oynuyorlar.

Ben sahneye konulduktan yaklaşık bir yıl sonra izleyebildim.

"Yol"cu'nun yolculuğu nedeniyle bir türlü yolumuz kesişemedi.

* * *

Geçen ay Çernobil kazasının 22. yıl dönümünde Ortaköy'de Afife Jale Sahnesi'nde izledim. Deniz Türkali'nin kızı Zeynep Cassalini de konuk oyuncuydu. Türkali ailesi de tümüyle oradaydı. Salondaki sayısı yirmiye ulaşmayan izleyicinin burukluğu, onların varlığıyla biraz da olsa neşeye, sevince dönüştü.

Ama sahnede "neşeli" bir olay anlatılmıyordu.

"Tiyatro Boyalı Kuş" oyunun tanıtım metninin ilk satırlarına Çernobil'i yaşayan insanlardan birisinin çığlığını koymuş. Bir anne şöyle diyor: "Tanıklık etmek istiyorum, kızım Çernobil nedeniyle öldü. Şimdi de bunu unutmamızı istiyorlar."

Yalnız oradakilerin mi? Peki ya buradakiler, Türkiye'dekiler, Karadeniz'in sahilinde yaşayanlar?

Onların da unutmasını istemiyorlar mı? İstiyorlar.

Hele hele bu sıralarda özellikle istiyorlar. Çünkü "para, rant ve kâr" hırsıyla, "muktedir olmak, egemen olmak, belirleyen olmak" elele giden ve birlikte gelişen, büyüyen duygular.

O duyguların dışavurumu ise ülkemizde "nükleer santral"ların kurulması. Nükleer Lobicileri iş başında. Güvenli adımlarla sürdürüyorlar çalışmalarını. Kökeni Karadeniz olan bir Başbakan da bunun "iyi, doğru ve güzel" olduğunu savunuyor.

Radyasyonun etkisiyle kanser olup henüz yaşamının baharını sürerken benzer binlercesi gibi yitirdiğimiz Sevgili Kazım Koyuncu'nun güzel bedeni henüz nükleer radyasyonla kirlenmiş Karadeniz'in zümrüt yeşiliyle örtülü topraklarında henüz çürümemişken hem de...

Siz de yaşadıklarınızı ortaya koyun. "Tanıklık edin!" "Tanıklıkları çoğaltalım!"

* * *

"Çernobil'den Sesler"i izleyin. İzleyemiyorsanız kitabını alıp okuyun.

Kitabın tam adı: "Çernobil'den Sesler: Bir Nükleer Felaketin Sözlü Tarihi".

Ukrayna'nın ünlü gazeteci-yazarlarından biri olan Svetlana Aleksiyeviç'in yazdığı kitabı, Aslı Candaş dilimize çevirmiş. Aytaşı Yayınevi Ekim 2006'da yayınladı. Arayın, sorun, bulun, okuyun. Bulamadıysanız internete girin ve onunla ve Çernobil'le ilgili yazılanları okuyun. Çekilen binlerce fotoğrafa ulaşıp insanlara ve doğaya bakın. Ne hale geldiğini görün. Radyasyon görülmez diyenlere inanmayın; "Radyasyon görülüyor!"

Onların seslerini duyun. Sanki siz söylüyormuşsunuz gibi yüreğinizde hissedin.

Çernobil patlamasına ilk müdahale eden itfaiyecinin eşi Lyudya Ignatenka'nın dediklerini duyun.

Boşaltılmış köylerden birinde tek başına yaşayan yaşlı bir kadın Zinaida Yevdokimovna Kovamenko'nun ne anladığını ve neyi anlatmak istediğini duyun.

Köye geri dönmesine izin verilen ve kaybolan komşusunu arıyan Mariya Volçok'un duygularını içinizde duyun.

Çernobil sonrasında doğan hasta kızını anlatan, adını vermek istemeyen annenin feryadını duyun.

Çernobil patlaması sırasında çocuk olan Katya'nın söylediklerini duyun ve Çernobilli olmanın şimdi ne demek olduğunu bir de onun gözünden anlayın.

Çernobilli çocukları anlatan sağlık memuru Arkady Pavloviç Bogdankevic'i duyun.

Yasak Bölge'de hayvanları itlaf etmek üzere görevlendirilen ekibin başı avcı Viktor Yosivoviç Verjikovski'yi duyun ve Çernobil'in yalnız insanlara değil, doğaya ve doğada yaşayan diğer canlılara neler yaptığını öğrenin.

Altı yaşındaki kızını Çernobil nedeniyle kaybeden baba Nikolai Fomiç Kalugin'i duyun. Çernobil'deki patlamanın doğanın düzenini nasıl ters çevirebildiğini anlayın.

İnsanları uyarmaya çalışan nükleer fizikçi Valentin Alekseyeviç Boriseviç'i duyun; Türkiye'de "nükleer santral olmamalı" diyen bizim nükleer fizikçilerimizin söylediklerini söylüyor.

Çernobil'de kurulan Müze'de görevli, belgeler toplayan adam Sergey Vasilyeviç Sobolev'i duyun.

* * *

Onların içinde olduğu Çernobil'deki yüzlerce, binlerce, bu dünyadaki milyonlarca seslerden birisi şöyle diyor:

"Normal bir insansındır! Sonra bir gün birdenbire Çernobil insanına dönüşürsün. Herkes gibi olmak istersin; ama olamazsın. Sana farklı gözlerle bakmaya başlarlar. Sorarlar:
- 'Korkutucu muydu? Santral nasıl yandı? Neler gördün?'
- 'Artık çocuğun olabilir mi? Eşin seni terk etti mi?'
İlk zamanlar hepimiz bir hayvana dönüştürülmüştük. Herkes başını çevirip bize bakıyordu.
- 'Oradan gelmiş!' "

Hepsinin ortak noktası ise Çernobilli olmaları� Çernobilli olmanın acılarını yaşıyor olmaları�

Tıpkı onların ve ülkemizdeki benzerlerinin acısını duyan ve belki de günün birinde onların duygularını başka sözcüklerle söyleme durumunda kalacak olan bizler gibi.

Ben bunları izledim. Hem de tam Çernobil'in 22. yıl dönümünde izledim.

Düşüncemi yineliyorum: "Nükleer santral" bir bombadır ve günün birinde Hiroşima'daki, Nagazaki'deki gibi patlar. Onun için bunları iyi bilenler hâlâ haykırmayı sürdürüyorlar: "Nükleer santral istemiyoruz!"

* * *

Çernobil felaketinden 10 yıl sonra bölgeye giden gazeteci-yazar Svetlana Aleksiyeviç Çernobil'e ilişkin söylenen farklı sesleri, sözleri arayıp ortaya koymuş aynı adlı kitabında.

Kitapta "yorumları kendi içinde olan monolog"lardan derlenen on hikâyeyi ise "Tiyatro Boyalı Kuş" sahneye taşıyor.

"Tiyatro Boyalı Kuş" Türkiye'nin alternatif tiyatro topluluklarından birisi. 2000 yılından bu yana sahnelediği oyunlarla ve düzenlediği etkinliklerle Türkiye Tiyatrosu'na yeni bir dil ve yeni bir bakış açısı kazandırmaya çalışıyor. Kurucularının ve üyelerinin neredeyse tümü kadın ve kadın bakış açısıyla kendi oyun metinlerini oluşturuyor, "kadın bakış açısı"yla ele alıyor. Kendilerini "profesyonel bir feminist tiyatro" olarak niteliyorlar.

Tiyatro Boyalı Kuş'un bugüne dek sahnelediği oyunlar arasında "Ferhat ile Şirin"(2001), "Aşk ihanet yalnızlık vesaire"(2003), "Dış Ses"(2004), "Böyle Bir Aşk Masalı" (2004), "Kadınlar Savaşı" (2006), "Bavullar" (2006) ve son olarak da "Çernobil'den Sesler"(2007) var.

Başka özellikleri de var: Dünya tiyatrosunu izliyorlar, farklı ülkelerden sanatçılarla birlikte çalışıyorlar, onları konuk ediyorlar, karşılıklı paylaşımlarla "tiyatro"ya da katkılarını sunmalarını sağlıyorlar.

Özel hele hele gönüllü insanlardan oluşan tiyatroların en önemli gereksinimleri kaynak ve yer sorunu. Yıllardan beri bu böyle. Bunu çok yakından biliyorum. Onların desteklenmeleri gerekli.

Hem bu sanatı sevenler ve izlemekten keyif alanlarca desteklenmesi gerekli, hem de kurumlarca desteklenmeleri gerekli. Yerel yönetimler, devlet, mesleki kurumlar, sendikalar onlarla bu dayanışmayı sağlamalı.

Sağlamalı ki "Çernobil kazası" gibi çok önemli ve toplumun tümünü etkileyen olaylara ilişkin "insani gerçekleri" sanat yoluyla, duygu ve düşünceye hitap ederek ortaya koyan "Tiyatro Boyalı Kuş" gibi tiyatrolar, gruplar, sanatçılar varolabilsin.

* * *

Eskiden "tiyatro"yla da uğraşmış biri olsam da, oyunun sahnelenmesine ve bir "tiyatro" oyunu olarak teknik yanlarına dair düşünce ve değerlendirmelerimi bir yana bırakıyor, bu alanın "bilenleri"nin oyunu bu açından da değerlendirmelerini istiyorum. Çünkü böyle bir içeriğin, onu izleyenlere en etkin bir şekilde sunulması gerekli.

"Çernobil'den Sesler" oyunu bize ulaştıran, oyunda emeği geçen tüm Tiyatro Boyalı Kuş ailesini; başta sevgili arkadaşım Jale Karabekir olmak üzere, dramaturjisini yapan Ülfet Sevdi'yi, çok güzel ve sütün bir oyuncululuk sergileyen Nurten Helik, Gamze Karababa, Şerif Bozkurt'la konuk oyuncu Zeynep Cassalini'yi, kitabı çeviren Aslı Candaş'ı, müziğini düzenleyen Murat Hasarı'yı ve projeye danışmanlık yapan yıllardır "Türkiye Yeşilleri" içinde çalışmalarını sürdüren Dr. Ümit Şahin, Özgür Gürbüz'ü kutluyorum.

Ellerine, yüreklerine, emeklerine sağlık!...

31/05/2008

24 Mayıs 2008 Cumartesi

Küçümsenmemeli, gizlenmemeli, saklanmamalı ve unutulmamalı!

En kolayı, en küçüğü, en önemsizmiş gibi görüneni ve en yapılabilir olandan başlamak gerekiyor.


"YOL"CU yolda değil, duruyor. Dururken "bir başka dünyanın nasıl mümkün olacağı" üzerine kafa yoruyor yol arkadaşlarıyla.

Ama dünyadan da habersiz değil. İzliyor. Haberleşiyor. Yeni insanlar görüyor, tanıyor, dört bir diyardan. Bilmediklerini öğreniyor, bildiklerini paylaşıyor.

"İletişim Çağı" deniyor yaşadığımız bu döneme. Uzaklardan hemen yanıbaşımızda olmuş gibi haberdarız. Kimisinde sanki oradaymışız gibi "ismimizle", "duygularımızla", "düşüncelerimizle" katılıyoruz. Kimisinden aynı şekilde etkileniyoruz; sanki kendimiz yaşamışız gibi.

Tüm gelişmelere ve erişilen olanaklara karşın "kapkaranlık" bir çağ bu.

Olumsuzluklar olumlu olanlardan, çirkinlikler güzel olandan, kötülükler iyiliklerden, yanlışlar doğrulardan daha çok.

İnsan belki de dönüşeceği "yeni insan"a ulaşmadan hemen önceki bir dönemi yaşıyor.

Varlığından silkip atacağı bir dolu "çirkinlik, olumsuzluk, yanlış ve kötülüğü" derisinin en dışına kadar sürüp çıkarmış.

O hali dehşetli bir iğrençlik görüntüsü yaratıyor. Nefretten başka bir şey doğurmuyor bakınca!

Ama yine de alttaki yeni insanın doğumunun yakın olduğunu düşünüyor, düşünmek istiyor ona bakanlar.

İnsanlık tarihi hep böyle dönemlerden geçmiş. Bazısı uzun sürmüş. Çok büyük bedeller ödenerek yaşanmış.

İçinde olduğumuz dönem aynı zamanda "hızlı yaşanan" bir dönem. Ya da ödenen bedel olarak bakarsak gerek birey başına, gerekse toplumlar olarak ortaçağdan çok daha büyük bedelleri ödediğimizi söyleyebiliriz.

Onun için "şafak yakın", "değişim yakın" diyorum.

"O iğrenç görünümünden o silkinmeyle insan kurtulacak" diyorum.

* * *

Tüm bunları neden yazdım?

Myanmar(Burma)'da, Çin'de, dünyanın değişik yerlerinde yaşanan "doğal" görünümlü ama aslında "insanın" neden olduğu sonuçları yaratan "felaket"leri duyup öğrenince, Lübnan'da, İsrail'de, Irak'ta yine insanın neden olduğu "insani felaketler"den haberdar olunca bu duygular, düşünceler geçiyor aklımdan.

Bu coğrafya, bu topraklar da bunlardan muaf ya da bağışık değil.

Benzer "olumsuzluklar, çirkinlikler, yanlışlar, kötülükler" burada da yaşanıyor.

İnsan haklarından, demokrasiden, düşünce özgürlüğünden, örgütlenmeden başlayıp her alandan örnek vermek mümkün.

Adalet, güvenlik, eğitim, sağlık, çevre, ekonomi, endüstri, ticaret, kültür, sanat, spor, aklınıza hangisi gelirse bunların örneklerini görmek, fark etmek ve yaşamak olanaklı.

Ama özellikle "insana", hele hele de "kadına, çocuğa, yoksula, yoksuna, farklıya, güçsüze" yönelik olanları görmemek olanaksız.

Bunları görüp duyunca, ya da birebir tanık olunca bu dünyanın nasıl bir dünya olduğunu, ne hale geldiğimizi çok daha iyi anlıyoruz.

Çok satan medyanın "üçüncü sayfa" haberlerine bir bakın. Belki de en çak malzemeye sahip sayfalar onlar. Her gün bir başka "olay" önümüze sergileniyor.

Hem de ne zaman?

"Muhafazakârlığın ve mutaassıplığın, inancı yüceltmenin" en çok olduğu, toplum içinde çoğunluğa sahip olduğu bir ülkede, bir coğrafyada.

* * *

İki gün önce bir doktor arkadaşım anlattı başına gelenleri:

Yirmili yaşlarda üç genç tarafından, gündüz saatlerinde, yanında oğlu ile yürürken, hem de bulunduğu yerdeki emniyet müdürlüğünün neredeyse önünde "fiziksel taciz"e uğramış. Çevrede bulunan, tanık olan insanlar ne tepki vermişler, ne müdahalede bulunmuşlar.

Arkadaşım korku ve şaşkınlıktan ve bir de yanındaki yaşı küçük oğlunun etkileneceğini düşünüp o anda tepki vermemiş, verememiş. "Fiziksel tacizi" başarabildiğince savuşturmaya ve kaçmaya çalışmış. Sonra da bunu kabullenememekten, tepki verememiş olmaktan dolayı kendisine kızıp saatlerce ağlamış.

Duygularını paylaştım, önerilerde bulundum. Nelerin nasıl yapılabileceğine dair bilebildiklerimi söylemeye çalıştım.

Olayı küçümsememesini, gizlememesini, saklamamasını, unutmamasını, söyledim. Başına gelenle ilgili olarak emniyete, sağlık müdürlüğüne, valiliğe başvurmasını, kendi meslek odasının ve bulunduğu yerdeki kadın örgütlerinin tepki vermesini sağlamasını, tacizde bulunanların eşkallerini tarif edip "robot resimlerini" çizdirerek medyada teşhir edilmesini istemesini, her yolu kullanarak çevresindekileri ve kamuoyunu haberdar etmesini, kadın erkek, herkesin kendisine böyle bir tacizle karşılaşınca ya da tanık olunca neler yapması gerektiğini bir tutuma dönüşecek şekilde öğrenmesi için bir yol açmasını, özellikle aynı şeylere başka biçimlerde de maruz kalıp "seslerini çıkaramayanlara bir ses olması" gerektiğini belirttim.

Kuşkusuz karar verecek olan kendisi.

Çünkü tüm bunların bir bedeli var. Çünkü aslında "müdahale etmesi gerekenlerin" kadına ve kadına yönelik yapılanlara bakışı farklı değil. Gördüğümüz, duyduğumuz, yaşadığımız örnekler bunu gösteriyor.

Neredeyse tüm sorumlu ve yetkili kademelerde bulunanlar "insana", özellikle de "kadına" böyle bakıyor.

* * *

Örnekler çok, örnekler acı ve acıtıcı. Yaşanılan örnekler bir varlık olarak ne erkeğe, ne de kadına yakışmıyor! İsterseniz bir kaçını sayıp anımsayalım; küçültmemek, önemsemek, açığa çıkarmak ve olmamasını sağlamak adına:

Emniyet Müdürlüğü içindeki yöneticilerin yukarıdan aşağıya doğru büyük bölümünün "dindar ve dinci" olduğu söyleniyor. Mecliste "iki-üç karılı" milletvekilleri olduğu biliniyor, hatta "bakan"ların olduğu iddia ediliyor. Bunların arasında "okumuş yazmış, dekanlık, rektörlük" yapmış profesörler, öğretim üyeleri olduğu da kimsenin bilgisi dışında değil!

Muhafazakâr kesimin "en ünlü giyim kuşam" fabrikatörü çok satan gazetelerde "sahip olduğu üç karısıyla" nasıl geçinip gittiğini ballandıra ballandıra anlatıyor ve herkes "helal olsun adama" diyor, dahası özeniyor. Din ûleması, "şer'an mümkün ama olmamalı" diyebiliyor, o da kısık sesle!

En muhafazakar gazetelerin en sevilen, en çok okunan yazarlarından birisinin yaşı küçük bir kıza tacizde bulunduğu ortaya çıkıyor ve yazıp çizdiği medyada onun yaptığı neredeyse açıkça savunuluyor.

Şeyhlerin, din ulularının gecede 80 kere cinsel birleşme yaşadıklarından söz ediliyor ve övülüyor, savunuluyor, giderek özenilecek bir "rol model" haline getiriliyor.

Yurt dışından gelen turist kadınlar yalnızca "seks objesi" olarak görülüyor. Bir ideal uğruna yola çıkan İtalyan sanatçı Pippa Bacca'ya tecavüz edilip öldürülüyor. Bir başkasına Yozgat'ta çeşme başında tecavüz edildiği ortaya çıkıyor, ama yazılıp çizilmiyor bile. Ensest yıllardır değil çözmek, tam anlamıyla ortaya çıkaramadığımız "gizli ama herkesin bildiği" en yaşamsal sorunlarımızdan birisi, ama herkes "yokmuş" gibi davranıyor.

Kadınların "korunma adına" yalnız başlarının değil, aynı zamanda "eve kapatılması" da "sistemli ve resmi bir şekilde" savunuluyor. Kadına yönelik her yaşta, her kesimde ve hemen her yerde giderek artan oranda "şiddet" uygulanıyor. Kimse ses çıkarmadığı gibi ses çıkarmak görevi olanlar "kocasıdır, babasıdır sever de döver de" deyip olayı meşrulaştırıyor.

Çıkarılan yasalarla, yönetmeliklerle, kadınlar ekonomik alandan ve iş yaşamından çıkarılıyor ve yalnız "ucuz emek" hale getirildiği yerlerde "nesneleştirilmiş" bir halde varlığını sürdürebiliyor.

Kısacası toplumun hemen her kesiminde giderek daha çok "maço bir tutum" gözleniyor ve erkek egemen toplum en güçlü ve en etkin olduğu dönemlerden birisini yaşıyor.

* * *

Bunları anımsayıp bir kez daha farkına varınca insanın ne çok görevi, ne çok sorumluluğu, tepki vermesi gereken ne çok "olay" olduğu bir kez daha anlaşılıyor. O zaman en kolayı, en küçüğü, en önemsizmiş gibi görüneni ve en yapılabilir olanından başlamak gerekiyor.

Olumsuzlukları, çirkinlikleri, kötülükleri ve yanlışları ortadan kaldırmanın başka bir yolu yok!

24/05/2008

17 Mayıs 2008 Cumartesi

"İşkence" en örgütlü ve en insanlık dışı eylemdir.

"İşkencenin belgelenmesinde önemli olan, 'görünmeyen' izlerin tespiti ve 'görünen' izlerin gerçekçi yorumudur."


BİANET'TE okudunuz. Bu ülkede aslında "iyi, güzel, doğru" işler de yapılıyor.

Hem de oldukça çok yerde, çok kişi tarafından ve de "el-yürek birliğiyle".

Gerçi bu işler genellikle "en sıkıntılı ve sorunlu" alanlar ve konularda yapılıyor ama onları duyup görünce, tanık olunca, hele hele olumlu sonuçları gözlenince insan seviniyor, mutlu oluyor.

"İşkence Atlası"ndan söz edeceğim sizlere...

* * *

Atlasla ilgili çalışmalar, yakın arkadaşlarımca sürdürüldüğünden daha hazırlanma aşamasında atlastan haberim vardı. Çalışmalar sonuçlanıp da atlas "elle tutulacak" hale gelince hazırlayanlar duyurusunu yaptılar. Elime ulaşınca da çok sevindim.

"İşkence Atlası" Türkiye İnsan Hakları Vakfı 18 yıllık birikimleri sonucunda ve Adlî Tıp Uzmanları Derneği ile Türk Tabipleri Birliği'nin çaba ve katkılarıyla hazırlandı. Bu içerik ve kapsamıyla dünyada bir ilk yayın niteliğine sahip.

Atlas aynı zamanda; daha önce İstanbul merkezli bir çalışma olan ve "İstanbul Protokolü" olarak bilinen "Birleşmiş Milletler İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı, Aşağılayıcı Muamele veya Cezaların Etkili Biçimde Soruşturulması ve Belgelendirilmesi İçin El Kılavuzu"nu tamamlayan çok önemli bir kaynak niteliğinde.

Çalışmaya editörlük eden Dr. Önder Özkalıpçı ve Dr. Ümit Şahin, atlası yazan Dr. Türkcan Baykal, Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, Prof. Dr. Okan Akhan, Prof. Dr. Veli Lök ve Prof. Dr. Fikri Öztop, katkıda bulunan Dr. Metin Bakkalcı, Dr. Semih Aytaçlar, Dr. Deniz Sevinç, Dr. Şükran İrençin, Dr.Servet Çolak, Dr. Mazhar Çelikoyar, Dr.Levent Kutlu, Dr. Mehmet Emin Yüksel, Dr. Mehmet Antmen, Dr. Sema İlhan, Aytül Uçar, Hürriyet Şener, Engin Bodur, Şaban Dayanan, Evren Özer, Handan Taze, Seher Demir; çizimleri yapan Dr. Halis Dokgöz, Dr. Korkut Canpolat ve Kaya Ömer Oykut atlası hazırlayan çalışma grubunun üyeleri.

Onların hemen hepsi arkadaşım. Böyle bir çalışmayı gerçekleştirdikleri için onlarla gurur ve onur duyuyorum. Yüreklerine, ellerine ve emeklerine sağlık.

Atlasta TİHV arşivindeki olgular ve fotoğraflardan da yararlanılarak Türkiye'de işkence nedeniyle ortaya çıkan tıbbî sorunların tanımlanmasına dair ayrıntılı bilgi veriliyor.

Kitabın "İşkence Yöntemleri", "İşkencenin Fiziksel Bulguları ve Muayene", "Tanısal İncelemeler ve Bulguları", "Ayırıcı Tanı" ve "Olgu Örnekleri" başlıklı beş bölümünde ele alınanlar, onun yalnız bir "atlas" olmaktan öte "uygulamaya rehberlik" eden bir kitap olduğunu da ortaya koyuyor. Mesleki faaliyeti sırasında bu konuyla karşılaşacak her hekimin elinin altında olması gereken bir yayın.

TİHV Yönetim Kurulu Başkanı Yavuz Önen'in kitabın "Sunuş"unda "Bu atlasın işkence soruşturmalarında yer alması muhtemel adli tıp uzmanlarına, çeşitli sağlık ünitelerinde adli hekimlik görevi üstlenen sağlık çalışanlarına, resmi işkence soruşturmalarında görev alan hukukçulara, işkence davalarını takip eden avukatlara ve tüm insan hakları savunucularına faydalı olmasını temenni ediyorum" diyor ve atlasın nerelerde, nasıl ve kimler için yararlı olacağını ortaya koyuyor.

* * *

İstanbul'da olduğum sırada atlasın hazırlayıcılarından Dr. Şebnem Korur'u ziyaret ettim. Başka konular yanında "atlas"dan da konuştuk. Çalışmaları anlattı. Onun şahsında tüm emeği geçenleri kutladım, bir kez de buradan kutluyorum. Gerçekten de ülkemizdeki "işkence" sorununun çok önemli bir yanına, çok değerli bir çözüm getirdiler ve büyük bir katkıda bulundular. Oradan çıkıp TİHV'ye gittim ve sevgili Hürriyet'in çayını içip, biraz muhabbet ettikten sonra bana ayrılan "atlasımı" aldım.

Atlası inceleyince "çalışmanın önem ve anlamını" daha yakından fark ettim. İlk aklıma gelen bunun elektronik ortamda herkese ulaşacak bir şekilde sunulmasının ve "işkencenin yaşandığı" bir çok ülke için o ülkelerin dillerine çevrilmesinin çok önemli bir ihtiyacı karşılayacağı oldu. Bunların atlası hazırlayanlarca da düşünüldüğü ve çok yakında bunun da gerçekleşeceğine eminim.

Ama Sevgili Hürriyet'e de söylediğim gibi bir "kaynak doküman" her şeyi değiştirmeyecek.

Önemli olan bunun ardından yapılması gerekenlerin de yapılmasını sağlamak bence.

* * *

İşkence aslında devletlerin kendi elemanlarıyla gerçekleştirdikleri "en örgütlü" ama aynı zamanda "en insanlık dışı" eylemlerden biri. Şimdilerde "güvenlik" gerekçesiyle "makûl ve masum" gösterilmeye çalışıyor. ABD ve İsrail gibi ülkelerde yaşananlar, Ebu Gureyb ve Guantamo'da ortaya çıkanlar, bu insanlık dışı muamelelerin "resmi politika"nın bir unsuru olduğunu ortaya koydu ve işkenceyi uygulayanların, savunanların ve onu gizleyenlerin kimler olduğu inkâr edilemeyecek bir şekilde anlaşıldı. 11 Eylül sonrası uygulanan işkenceye maruz kalan "sivil"lerden bazılarını, taa Türkiye'de bile gördüm ve onlardan yapılanları dinledim.

Benzer biçimde başta İngiltere, Fransa ve kimi Avrupa ülkelerinde "iç güvenlik" gerekçesiyle yapılan düzenlemelerin bir çoğu aslında "işkence" sınıfına sokulacak "tutum ve davranışları" mübah sayılıyor.

Ülkemizde de birkaç yıl önce uygulamaya giren "polis görev ve yetkileri"yle ilgili düzenleme de buna olanak veriyor. Sonu ölümle biten bir çok örneği duyduk öğrendik. Gün geçmiyor ki benzer "öyküler" bir çok insan tarafından dillendirilmesin. Bunların çoğunu BİANET'te okuyor, öğreniyoruz.

Tüm bunlarla "işkence ve kötü muamele"nin devlet tarafından "sistemli" bir şekilde yapılması ayıbından kurtulmamızı ama bunun da öyle hemen yapılmayacağını ve bu sürecin de kolay olmayacağını söylemek istiyorum.

O zaman başka çözümler ve yöntemlerin gündeme gelmesi gerekli. Bunların başında da bu uygulamaların sonuçlarının "görünür hale getirilmesi" yani belgelenmesi gerekiyor.

* * *

Belgelemeyi yapacak asıl unsur ise bunun varlığını ortaya koyacak, öncelikle tanısını koyacak, sonra da sağaltımını yapacak olan sağlıkçılar, onların içinde de "hekimler"dir. Ancak görev ve sorumluluğu hekimlerin üzerine bırakarak sorunun çözülebileceğini söylemek yalnızca işkenceyi uygulayanların işine yarayacaktır. Çünkü bunu yapmak ve belgelemek çok kolay bir şey değildir. Öncelikle bu konu ülkemizde verilen "tıp eğitimi" sırasında yeterince işlenen ve iyi öğretilen bir konu değildir.

"İşkence Atlası" bu bakımdan çok önemli bir "özel" kaynak olmuştur. Ama bunun bir "ders" olarak tüm boyut ve ayrıntılarıyla "hekim adaylarına ve hekimlere" öğretilmesi gerekir. Dolayısıyla "müfredat" içinde buna yer verilmesi gerekir.

Devlet ve onun unsurlarının yalnız "işkenceye karşı" olduğunu yinelemesi yetmez. Onu önleyecek yol ve yöntemleri de öngörmesi ve buna yönelik düzenlemeleri yapması gereklidir.

İşin eğitim boyutu bunların ilkidir. Tıp fakültelerinde bu konunun bir "ders" olarak ele alınması bu isteğin gerçekliğini gösterecek somut uygulamalardan yalnız birisidir.

* * *

Hekim/sağlıkçı cephesinden sorunun ikinci boyutu, bu türde "rapor" yazanların "işkence uygulayıcıları"na karşı korunmasıdır. Bu konuyla ilgili olarak özellikle tabip odasında yöneticilik yaptığım dönemde çeşitli yakınma ve başvuruları anımsıyorum.

Doğuda çalışan bir doktor telefon edip, kendisine açılan bir "mesleki soruşturma"yla ilgili bilgi verip destek beklerken söylediği cümleyi bugüne kadar unutamıyorum: "Söz konusu raporu doğru şekilde yazsaydım ve aynı şeylere maruz kalsaydım ya da bir öldürülüp hendeğe atılsaydım meslek örgütüm benim için ne yapacaktı" demişti. Kendimi o doktorun yerine koyup bu soruya yanı bulamamıştım.

Sonrasında konuyu düşününce aklıma gelen çözüm bu tür raporlamaların bir sivil yapı olarak "oda ve baro"nun gözetim denetim ve desteğinde yapılmasını sağlayacak bir düzenlemenin yapılması olmuştu.

Bu ülkedeki her hekim adliyeye yansıyacak tüm "adli rapor"ların bir örneğini "meslek örgütü"ne iletebilir, bu raporlarla ilgili olarak onun zaten görevi olan gözetim, denetim ve desteği talep edebilirdi. Böylelikle sorumluluk "kişisel" olmaktan çıkabilir ve "kurumsal" bir sorumluluğa dönüşebilir, böylece olan biten de kurumların "bilgisi" dahilinde gerçekleşebilirdi.

Bugün de aynı şeyleri düşünüyorum: Bu konuda baro ile hekim örgütlerinin birlikte çalışmaları, hatta bunun kamuoyuna ulaşmasını sağlamak bakımından da "gazeteci örgütleri"nin desteğiyle "işkence ve kötü muameleye" sivil ve toplu bir mücadeleye dönüştürülmesi çok etkin ve yararlı olacaktır. Dahası her iki meslek örgütü de zaten yıllardır sürdürdükleri bir çalışmayı kurumsal olarak üstlenmiş ve sürekli hale getirmiş olacaklardır. Bu da yaşadığımız olumsuzlukları açısında önemli bir çözümdür.

* * *

Sözü TIHV Başkanı Sevgili Yavuz Önen'in dileğiyle bağlayalım bu kez:

"İşkencesiz, barış dolu bir Türkiye Özlemiyle..."

17/05/2008

10 Mayıs 2008 Cumartesi

"Bakla"nın ve "bakla toplamanın" faydaları...

"Ağzımızdan baklayı çıkarmanın" zamanı geldi de çoktan geçiyor...


ESKİDEN ciddi konuları konuşacağımız zaman "gelelim kuru fasulyenin faydalarına" diye söze başlardık.

Neden böyle denir, kimin aklına gelmiştir bilmiyorum. Şimdi birilerinin böyle deyip demediğini de.

Ama bence "bir çoklarına" pek çok şey anlatan bu "anlamlı" sözü bir yana bırakıp yerine benzer başka bir sebzeden söz edeceğim sizlere: "Bakla"dan...

Neden mi? Çünkü "bir çok işe yarıyor"... Hem de her bakımdan!..

* * *

Fıkrayı pek çoğumuz biliriz.

Eskiden çok küfürbaz bir adam varmış, bir şeye kızdı mı basarmış "kalay"ı. Yaşamı neredeyse "dilinin belasını" çekmekle geçmiş. Ama bir haksızlık, yanlış, kötülük, aptallık görünce dayanamıyor ve basıyormuş "küfrü". Artık, ana baba, karı kız, din peygamber... Artık ne gelirse ağzına...

Herkes "illallah" edip de adının önüne bir de "küfürbaz" lakabı eklenince günün birinde "aklı selimle" düşünmüş ve bundan nasıl kurtulacağına çare bulmak istemiş.

Sormuş soruşturmuş, bir tekkede bir "şeyh"ten haberdar olmuş. Tekkenin yolunu izini bulmuş, şeyhe ulaşmış ve derdini söylemiş.

Şeyh adamın "içtenliğini ve dürüstlüğünü" görünce yardım etmeye karar vermiş.

Yanındaki bir torbadan bir avuç bakla çıkarıp, okuyup üfledikten sonra adama;

-"Şimdi bu bakla tanelerini al, birini dilinin altına, diğerlerini de cebine koy, küfredeceğin zaman bakla diline dolanacak, niyetini ve kararını hatırlayıp, söyleyeceğin küfürden vazgeçeceksin. Bakla ağızda ıslanıp da erimeye başlayacak olursa, cebinden yeni bir baklayı dilinin altına yerleştirirsin" demiş.

Adam bir süre bu çözümün işine yarayıp yaramayacağını anlamak için tekkede şeyhin yanında kalmaya karar vermiş ve orada kalmış, nereye giderse onunla birlikte dolaşmaya başlamış.

Yağmurlu, fırtınalı bir günde şeyh önde "küfürbaz" arkada bir sokaktan geçerlerken, önünden geçtikleri evin penceresi birden açılmış ve güzel bir genç kız onlara seslenmiş:

-"Şeyh Efendiii, Şeyh Efendiii, biraz durur musun?" demiş, sonra da pencereyi kapatmış.

Şeyh herhalde bir dertleri var diye evin kapısının önünde durmuş ve beklemeye başlamış. Tabii küfürbaz da.

Oldukça uzun süre beklemişler, ne kapı açılmış, ne de genç kız görünmüş. Tam gideceklerken, genç kız yeniden pencerede görünmüş ve yeniden seslenmiş:

-"Şeyh Efendiiii, Şeyh efendi, n'olur gitmeyin biraz daha bekleyin."

Sonra yine pencereyi kapatmış ve ardında kaybolmuş.

Kızın yalvarır hali şeyhe pek dokunmuş. Biraz daha beklemişler. Yağmur ve esen rüzgâr epey şiddetlenmiş. Şeyh yavaş yavaş kızmaya ve mırıl mırıl bir şeyler söylenmeye başlamış, küfürbaz da ağzında baklalar, homurdanmaya başlamış. Derken pencere bir daha açılmış ve kız yine görünmüş.

-"Şeyh Efendiii. Artık gidebilirsiniiiz... Annem size çok teşekkür ediyor."

Kız tam pencereyi kapatacakken şeyh başını kaldırıp kıza sormuş:

-"Kızım eğer diyeceğin bir şey yok idiyse, bizi bu kadar zaman bu yağmurun altında neden beklettin?"

Kız gülerek cevaplamış:

-"Şeyh Efendi, bir şey olmaz mı hiç! Elbette bir şey var. Sizi boşuna bekletmedik. Bizim tavuklar kuluçkaya yatmak üzere, yumurtaları tavuğun altına konulurken, bir 'kavuklunun tepesine' bakılırsa, piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış demişler anneme. O da geçerken sizi ve kavuğunuzu gördü de, yumurtalardan tepeli horoz çıksın diye, onları folluğa yerleştirirken biraz sizi bekletti."

Bunun üzerine şeyh küfürbaza döner;

-"Ula oğlum ne durursun be, çıkarsana ağzından baklayı... hadi hadi durma... tam zamanıdır küfrün!"

* * *

Bu fıkrayı son bir hafta boyunca hep birlikte yaşadığımız olaylar aklıma geldikçe anımsıyor ve anlatıyorum.

1 Mayıs'ta yaşadıklarımız, bu yaşadıklarımızda etkili, yetkili, sorumlu ve sorunluların yaşananlara ilişkin söyledikleri, hastaneye atılan biber gazı, bekleyen yığınların boyalı sularla ıslatılması, gereksiz göz altılar, kolu kasten kırılan gazeteciler, kalaslarla ve copların saplarıyla atılan dayaklar, polisin 1 Mayıs'ı adeta "cihat günü"ne çevirmesi, tüm bunlardaki "tutum"un en alttakinden en üsttekine, hatta eski solcular tarafından bile savunulması, tam bir gün sonra TTB Başkanı Prof. Dr. Gençay Gürsoy'un, adeta "Ergenekon operasyonu"na nazire yapar gibi, "Basın yasası muhalefetten" sabahın beşinde Ankara'da kaldığı otelden yaka paça göz altına alınması, olayın ardından sorun yalnız bu işin "sabah"ın erken saatinde olmasıymış gibi yalnız bu boyutuyla değerlendirilmesi, tabip odası seçimleri sırasında, kimi yerlerde polisin de içinde yer aldığı çeşitli idari müdahalelerin yapılması, tüm bunlarla ilgili olarak hekim camiasında söylenenler, yazılanlar, anlatılanlar ve savunulanlar karşısında "dilimin ucuna

kadar gelenleri" sıralamamak için bu fıkrayı herkese anlatıyor ve aynı şeyi söylüyorum:

-"Gelelim 'bakla'nın faydalarına.."

Ne demek istediğimi anlamıyorlar ve sorar gibi bakıyorlar.

O zaman onları can evlerinde vuran şu söz dudaklarımın arasından dökülüyor:

-"Çıkarsanıza ağzınızdan baklayı! Ne susuyorsunuz!"

* * *

Sanki çok gereksinimimiz olacağını bilircesine İmece evi'ndeki "baklalar"da tam bu sırada oldular ve "toplanacak hale" geldiler.

İmece evi'nin "ahalisi" olarak bakla toplamak ve sökmek üzere "bakla tarlasına" daldık ve hafif hafif yağan yağmurun altında baklaları topladık ve söktük.

Daha önce hiç bakla toplamamıştım. Nasıl toplanacağını da bilmiyordum.

Ama insan öğreniyor. Öğrenmenin de ötesinde eğer varsa aklı ona neyi nasıl yapacağını gösteriyor. Yaşamın diğer örneklerinde olduğu gibi.

* * *

Aslına bakarsanız "bakla"yı pek de sevmem. Ezmesini bir meze olarak zaman zaman yerim ama o kadar. Ne ararım, ne de özlerim. Ama iş başa düşünce yaptım; "bakla bile topladım". Hem de keyifle. Bu davranış size de bir şeyler söylüyor mu?

Üstelik beş kişi bu işle uğraşırken bir yandan da sohbet ettik, daha doğrusu "felsefe" yaptık biraz.

Yaşamın amacı, anlamı üzerine kafa yorduk, insanı ve yaptıklarını anlamaya çalıştık, düşüncelerimizi paylaştık. İnsan soyunun 500 bin yıllık tarihi boyunca geldiği noktayı, gelişimini değerlendirirken ve ileriye doğru nelerin olacağını olması gerektiğini konuşurken, bir kez daha aslında ne kadar "ilkel" olduğumuzu fark ettik.

Yaşamak için yemek, yaşamak için tüketmek, sonra da tüketmek için yaşamak, yemek için yaşamak üzerine ve "başka türlü nasıl olabileceğine" dair "düşünce jimnastiği" yaptık.

Vardığımız nokta ise ne yazık ki şuydu:

"İnsan soyu olarak, çok gelişmiş bir 'mide'miz ve 'boşaltım' sistemimiz olmasına karşın, bizi diğer canlılardan farklı kılan 'beynimiz'in hiç de gelişmemiş olduğu. Dahası bunun için, hâlâ yeterince çaba sarf etmeyişimiz." Sonra bunun nasıl değişebileceğini, değiştirilebileceğini konuştuk.

* * *

Şu sıralar "bakla"ya çok ihtiyacımız olduğunu da bu sıradaki çağrışımlardan yola çıkarak düşündüm. Çünkü "bakla" beynimizin gelişmesi bakımından önemli olduğu kadar, yukarda anlattığım fıkradaki yönüyle de işe yarayan bir bitki.

Yine yukarıda sıraladığım yaşadıklarımızdan yola çıkarak aklıma gelenler, vermek istediğim tepkiler beni birkaç kez çeşitli ceza yasalarını ihlâl etmekten birkaç yıl hapiste yatıracak ya da yüksek miktarda tazminatları ödetecek boyutta. Bunu engelleyen tek şey ise "bakla!" Yanım yörem, ceplerim hep "bakla" dolu. Onlar tutuyor beni ve isyanımı dile getirmemi.

Bir daha öneriyorum, eğer tepkiniz "doğru ve ölçülü" olacaksa ve bunu ifade etmenizi ağzınızdaki "baklalar" önlüyorsa, beklemeyin onları ağzınızdan çıkarın ve söyleyeceklerinizi söyleyin.

Ama tepkiniz benimki kadar çoksa ve büyük boyutlu olacaksa, usturuplu olmayacaksa bir yerlerden bulup buluşturup her ihtimale karşı ağzınıza birer bakla atın.

* * *

Bu kadar "bakla"dan söz edince sevmediğim "bakla"yı nasıl severim diye "bakla"ya dair ne varsa bulup okudum. Size de öneriyorum.

Kim bilir belki sizlerin de işine yarayabilir ya da siz de benim gibi birden "bakla"yı sevmeye başlayabilirsiniz. Bakla çok faydalı bir bitki, çok "faydalı".

10/05/2008

4 Mayıs 2008 Pazar

Nisan Geçti, Mayısı yaşıyoruz

Zaman "su gibi" geçiyor.
Bahar "yürekten atılmış bir kahkaha" gibi şenlendirdi bizleri.
Tabii doğayı da, yaşamı da...
İşleri planlarken, yapılması, yerine getirilmesi gerekenleri sıralarken, bir yandan da gözlemek, izlemek, müdahale etmek, yönlendirmek, katılmak, kısacası insanın edim ve eylemleri hem yaşamı hem de kendisini belirliyor.
"Gümüşlük Akademisi" ile ilgili işleri planlama, konuşma ve gerçekleştirme için tamamlanan Mart ayının ardından, yeniden "İmece Evi"ne geldim.
Hedef İstanbul'da Bilgi Üniversitesi'nde 11-14 Nisan arasında geçrçekleştirilen "GePGenç Festivali"nde gerçekleştireceğimiz "POTLAÇ" ve Ekoköy Grubumuzun "İstanbul Buluşması"ydı.
Her ikisi de çok güzeldi,çoğaldığımızı, zenginleştiğimizi, geliştiğimizi hissettik.
* * *
Bir sonraki hafta "18 Nisan Avrupa Hasta Hakları Günü"ydü ve Sağlık Hakkı Hareketi Derneği üye ve aktivistleri olarak İstanbul ve Manisa'da güzel etkinlikler gerçekleştirdik.
Bir çok haber sitesinde ve web sayfasında kendisine yer bulan basın açıklamamızda bir kez daha "Sağlık Hakkı ve Hasta Hakları"nın en temel yaşamsal haklardan birisi olduğunu ve bunun için "örgütlenmek" gerektiğini vurguladık.
* * *
O hafta bir çok etkinlikle dolu dolu geçti. Onların ayrıntılarını GEZERKEN başlıklı yazılarla, BİANET'teki haber sayfalarında anlattım.
Bunlardan ilki ülkemizde "Vatandaşlık Halleri"ni ortaya koyan usta sinemacılar Şehbal Şenyurt ve Bülent Arınlı'nın belgeselinin gösterimiydi.
Sonrasında "24 Nisan 1915'de Ne Oldu?" sorusunun yanıtlandığı İnsan Hakları Derneği'nin düzenlediği toplantıyla, "Hukuk, Devlet ve Derin Dervlet" üzerine Genç Siviller'in düzenlediği toplantıda bir çok şey öğrendim, daha önce farkına varmadığım pek çok gerçeğin ayrımına vardım.
Bunların hemen ardından Sevgili Hrant'ımızı katledenlerin yargılandığı duruşmanın olduğu gün yine Beşiktaş'taydık ve gelişmeleri izleyerek, Hrant'ı savunanlara yalnız olmadıklarını söyledik.
Çocuklar gibi "şenşakrak" gittiğimiz ama "neredeyse canımızdan olmaya ramak kaldığımız" başlayamadan biten "1 Mayıs 2008 Mitingi" en son etkinlikti.
* * *
Bu önemli etkinliklerin dışında da güzel şeyler vardı, Nisan ayında gerçekleşen.
İstanbul Tıp Fakültesi'ni 1980 yılında bitiren arkadaşlarımdan yaklaşık 90'ıyla bir araya geldiğim "Seksenliler Sınıf Yemeği"miz Kandilli'de Cemile Sultan Korusu'ndaydı.
Ertesi günü yapılan İstanbul Tabip Odası seçimleri ise hükümet'in "tabip odasını eline geçirme manevrasını" boşa çıkaran bir sonuçla sonuçlandı.
Eski dostlarla, arkadaşlarla buluşmak görüşmek, bir anlamda "hasret gidermek" çok güzeldi ve yaşam akıp gitse de "boşa gitmediğini" görmek insanı umutlandırıyordu.
* * *
Mayıs ayının kendi açımdan en güzel etkinliklerinden birisi de İstanbul Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim üyesi Sevgili Prof. Dr. Selma KARABEY'in öneri ve çabasıyla gerçekleşen ve benim "sunucu, anlatıcı, aktarıcı" konumunda bulunudğum bir "eğitim etkinliği"ydi.
2007-2008 döneminde İstanbul Tıp Fakültesi'ne giren ve 2013-2014 döneminde hekim diplmasına sahip olacak olan doktorlarımızın bir bölümü, "bu ülkede ilk kez resmi olarak 'Sağlık Hakkı ve Hasta Hakları' bizlere öğretildi" diyecekler.
Onlara bunu anlatma mutluluğuna sahip olan kişi ise "ben" oldum. Bu fakültenin kadrosunda 26 yıl hizmet verdim. Bu dönemde 1985'den 2005'e kadar yaklaşık 20 yıl süresince burada öğrenim gören tıp öğrencilerine "Lepra/Cüzzam" hastalığını anlatma fırsat ve olanağına sahip oldum. Emekli olduktan sonra da "ilk kez" yıllardır uğraştığım bu konuda onlara bildiklerimi ve deneyimlerimi anlatma, aktarma olanağına sahip oldum. Kendi adıma söyleyeyim, izleyenlerin verdiği tepkiler gerçekten çok güzeldi.
* * *
Bu akşam yeni bir yolculuk bekliyor beni, sabahleyin yeniden "İmece Evi"nde olacağım.
Orada da sizinle paylaşacak bir dolu güzellikler yaşayacağımdan eminim.
"Beni izlemeye devam edin!" diyorum.
Sevgiyle kalın...

3 Mayıs 2008 Cumartesi

Ülkemizde yaşanan "Vatandaşlık Halleri"

"Düzene muhalif" ya da "iktidara uzak, onun dışında" olanların kurduğu örgütlerin başlarına nelerin geldiğini öğrenmek isterseniz o zaman "Vatandaşlık Halleri"ni izlemelisiniz.


"YOL'CU" çok şanslı; gezerken hep güzelliklere rastlıyor ve onları yaşıyor.

Ama onun "rast geldiği" güzelliklerin içinde hep bir "acı", hemen her zaman bir "olumsuzluğa" tanıklık ve bu yüzden de içten içe hissedilen bir "isyan" duygusu var.

Zamansal olarak üst üste gelen iki etkinlikle "ayrımcılığın" varabileceği boyutu ve ortaya çıkan "sonuç"ları bir kez daha gördüm, anladım.

Bunları "paylaşmak" ulaşabildiğim herkese "duyurmak" da, BİANET'in verdiği bu fırsat sayesinde severek yaptığım görevlerimden birisi.

* * *


Sizlere daha önce başka bir yazımda iki usta belgesel sinemacıdan, Şehbal Şenyurt ve Bülent Arınlı'dan ve onların kurduğu "SuFilm"den söz etmiştim.

O iki güzel insan hiç durmuyor; çalışıyor ve "güzellikler" üretiyorlar.

Bir süredir yoğun bir şekilde sürdürdükleri son çalışmalarının ürününü 15 Nisanda Tophane'deki Tütün Deposu'nda sergilediler.

Bu kez yaptıkları belgesel filmin adı "Vatandaşlık Halleri"ydi. Bir buçuk saatlik filmde yaklaşık 80 yıldır süren bir "haksız ayrımcılığın" öyküsü pek çok yönden anlatılıyor.

* * *


İnsanların "örgütlülükleri" onların ve yaşadıkları toplumun gelişmişliğinin ve demokratikliğinin en önemli ölçütlerinden birisidir.

Ülkemizde ise "örgütlenmek" tehlikelidir. Yönetenler bunun tehlikesini bilirler. Ellerinden geldiğince engellemeye çalışırlar, engelleyemeyecekleri zaman da örgütlenmeyi zorlaştırırlar ve örgütlenmeye çalışanların önlerine çeşitli engeller koyarlar.

Örgütlenmenin en fazla önemsendiği ve bir tür "politik olarak üstünlük" sağladığı dönemlerde bile bu geçerlidir.

Sizlere en son yaşadığım küçük bir örneği anlatarak bunu sergilemek istiyorum:

Nisan ayının son günü ülkemizdeki derneklerin bir önceki yıl yaptığı çalışmalara ilişkin "bildirim"lerini yapmaları ve "beyanname"lerini vermeleri gereken son gündü.

Son üç gün İl Dernekler Müdürlüğü'ndeki durumu görmenizi dilerdim.

Bir dernek kurmuş ve onunla kamu yararına ya da kendisi dışındaki insanlara "küçük bir katkı, yardım ve destekte" bulunmak isteyenlerin "yaptıklarına nasıl pişman olduklarını" görme olanağınız olurdu.

Üstelik sorulduğunda bu yöntemi getirenler denetim işinin en kolaylaştırılmış şeklinin bu olduğunu söyleyeceklerdir.

Çünkü onların gözünde bu tür örgütler denetlenmeli ve denetimleri de, o örgütün üyeleri ya da onun çalışmalarından yararlananlar yerine, "devlet ve onun kurumları" tarafından yapılmalıdır.

* * *

Böyle örgütleri "düzene muhalif" ya da "iktidara uzak, onun dışında" olanlar kurarlarsa başlarına nelerin geldiğini öğrenmek isterseniz o zaman da "Vatandaşlık Halleri"ni izlemelisiniz.

Taşıdığınız "nüfus kağıdını" kimin verdiği, ne iş yaptığınız, ne düşündüğünüz, düşleriniz, ülkeye dair umutlarınız hiç dikkate alınmaz; vergi dahil vatandaşlık görev ve sorumluluklarını yapıp yapmadığınıza bakılmaz ve size bu "örgütlenmeniz nedeniyle" her türlü engel, zorlama, ayrımcılık, haksızlık yapılabilir.

Hem de yalnız gündelik yaşamda değil, yargı önünde, idare önünde, hukuk düzeninde "her türlü ayrımcılığa" maruz bırakılabilirsiniz.

Hem de bunlar, altına imza konulmuş uluslar arası belge, sözleşme ve anlaşmalara aykırı olarak yapılır ve bu nedenle ülkeye "verilen ceza ve tazminatlar" yine bu haksızlıklara uğrayanların vergilerinden sağlanan kaynaklarla ödenir. Yani "iki kat mağduriyet yaşarsınız!"

İşte "vatandaşlık hallerimiz" bunlardan oluşuyor.

* * *

"Vatandaşlık halleri" adlı belgesel, cumhuriyet öncesinden beri ülkemizde varolan ve ülkenin kuruluş anlaşmasında "azınlık" olarak nitelenen ama yasal ve hukuki olarak ülkenin diğer yurttaşlarıyla "eşit" olan ama "Müslüman ve Türk olmayan" vatandaşların kurduğu sosyal, eğitim ve kültürel amaçlı vakıflarının başlarına gelenleri anlatıyor.

Özellikle 1950'lerin sonlarından bu yana gayri hukuki uygulamalar ile mülkleri elinden alınan cemaat vakıflarının ayakta kalma mücadelesini ve bu mücadelenin Türkiye'nin Gayrimüslim vatandaşlarının gündelik hayatları açısından taşıdığı anlam filmde çok iyi bir şekilde ve çarpıcı biçimde ortaya konuluyor.

Ülkemizde bu tür cemaat vakıflarının tapulu mülklerinin ellerinden alınmasına yönelik hukuk dışı bürokratik uygulamalar söz konusu olmuş, hatta bunlar ayırımcı mahkeme kararlarıyla "yasal" uygulamalar haline dönüştürülmüş.

Filmde Türkiye'nin yakın geçmişinde Gayrimüslim vatandaşlara yöneltilen ayırımcı politikalar ve yasaların, azınlıklar ve azınlık hakları ile ilgili meselelerin ağırlıklı olarak milli güvenlik, bağımsızlık ve egemenliğe müdahale ekseninde uygulandığı ve insani ve vatandaşlık boyutunun hemen hiç gözetilmediği, dahası bunların "tarihsel bir sürekliliğe sahip olduğunu" ve bunun aslında bir "devlet politikası" olduğunu sergileniyor.

Film cemaat vakıflarının yöneticileri ile yasal temsilcileri ve cemaat mensupları ile yapılan röportajlar ile el konan mülklerin mevcut durumu belki de ilk kez bu kadar açık ve net olarak toplumun bilgisine sunuyor.

"Vatandaşlık halleri"nde, ülkemizde yaşayan Müslüman ve Türk kökenli olmayan vatandaşların Türkiye'deki hayatlarını sürdürebilmeleri ve gereksindikleri bazı hizmetleri karşılayabilmeleri için kurulmuş olan bu vakıfların hedefledikleri eğitim, sağlık, din hizmetleri, dayanışma ve sosyal yaşam hizmetlerini, günümüzde hangi koşullar altında vermeye çalıştıkları da gösteriliyor.

Bu belgeselde "vatandaş olmak ve vatandaşlığa" yaptığı vurguyla bu belgesel hemen yanı başımızda "80 yıldır yaşanan haksızlıkları ve yapılan ayrımcılık" azınlık vakıflarının yöneticileri ve yasal temsilcileriyle yapılan röportajlar aracılığıyla, birinci ağızdan ve belgeleri sergilemek suretiyle "sorunu" ortaya seriyor ve vakıflarının sorunlarına farklı bir bakış açısı getiriliyor.

* * *


Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı'nın (TESEV) demokratikleşme programı kapsamında hazırlanan belgeselin galasında konuşan gazeteci-yazar Etyen Mahçupyan, filmin, sorunları, hukuksal ve siyasal olarak değil, sosyolojik bir boyutta ele aldığını söyledi ve "bu film, sorunlara insanlık hali olarak bakıyor. Okuduğumuz ve duyduğumuz her şeyden daha fazla derinliğe sahip bir belgesel" dedi. Aslında bana göre o filmde anlatılan "insanlık hali" yalnız bu sıkıntıları yaşayanların değil de onlar olup biterken, bunu fark etmeyen, sıkıntıyı hissetmeyenlerin insanlık haliydi bir yandan da.

Ben izlerken de sonunda da bu duyguyu yaşadım. Film bittiğinde Şehbal ve Bülent'le filmde emeği geçenleri alkışlarken, bir yandan da "tüm bunlar olurken ben neredeydim, neden onların bunlara maruz kalmamaları için bir şeyler yapmadım" diye düşündüm; "henüz durum düzelmiş değil şimdi neler yapabilirim" sorusunun yanıtını aramaya çalıştım.

Aynı duyguyu bu etkinlikten tam dokuz gün sonra Bilgi Üniversitesi'nde İnsan Hakları Derneği tarafından düzenlenen "24 Nisan 1915'de ne oldu?" başlıklı sempozyum sırasında da hissettim ve yine aynı soruyu anlatılanları dinlerken bir kez daha kendime sordum.

Ayrıntısı uzun süredir tartışılıyor ve tüm boyutlarıyla BİANET'te ele alınıyor o nedenle bu tarihte ne olduğunu anlatmayacağım. Ama o tarih ve sonrasında olanlar yaşanırken "onların dışındakilerin o insanlar için ne yaptığını ya da neden bir şeyler yapmadıkları" konusunun da düşünülmesi gerektiğine inanıyorum.

Gizli ya da açık bir kesim insana, "suçlu olmayan", "kimseye zarar vermeyen", "dün kapısını vurmadan evine gidip geldiğiniz, birlikte gülüp birlikte ağladığınız" insanlara, birileri en hafifinden "bir takım haksızlıklar yaparken, ayrımcılık uygulanırken" ya da daha ağır ve vahim bir şekilde "zulmederken, şiddet uygularken, katletmeye ve yok etmeye" çalışılırken, buna tanık olanlar, o sırada orada olanlar, geride kalanlar neden bir "tepki" vermezler?

Hele hele "sessiz ve tepkisiz kalan" bu insanların arasında hemen her durumda adaletsizliklere, haksızlıklara karşı çıkan, her fırsatta insandan, eşitlikten, haktan hukuktan, barıştan, demokrasiden, ideallerinden söz eden, bunlar için her türlü eziyeti, sıkıntıyı, hatta ölümü bile göze almış, "muhalif insanlar", "solcular", "devrimciler" de varsa, bunu nasıl açıklarız?

Açıkçası bunun yanıtını ben bilmiyorum. Sempozyum sırasında da soruldu ve yanıtı verilmedi.

Kendime ve geçmişime bakıyorum, "neden bu farkındalığı yaşayamadığım" sorusunun yanıtını bulamıyorum. Bence bu anlaşılması, çözümlenmesi gereken bir çok önemli fenomen.

Sosyal bilimcilerin, toplumun tutum ve davranışlarını irdeleyenlerin bu olguyu enine boyuna değerlendirmeleri ve çözümlemeleri, bunun değişmesi için gereken yolları, yöntemleri göstermeleri gerekli.

Çünkü bence "demokrasi" yalnız "sözü sözleme, düşündüğünü açıklama, bir düşünce etrafında örgütlenme, yapılanlara katılma" değil.

Demokrasinin varolması için aynı zamanda "tutum ve davranışta" bulunma hak, ödev ve özgürlüğünün de olması gerekli.

Yalnız yapılan yasal düzenlemelerle, bir takım mekanizmaları oluşturmakla, onları işletmekle bu sorunu aşılamaz bence.

Bu biraz da insanların "demokrasiyi içten istemesine ve sorumluluklarının gereğini yerine getirme iradesini göstermesine" bağlı değişimdir. Ancak bu yapıldığında gerçekten eşit, özgür ve demokratik bir toplum olduğumuz söylenebilir.

* * *

O akşam olduğu gibi ben de belgeselin tamamlanması aşamasında trafik kazasında yaşamını yitiren proje danışmanı Derya Demirler'i saygıyla, sevgiyle anıyor, Sevgili Şehbal ve Bülent'e bir kez daha "aklınıza, elinize, yüreğinize sağlık" diyorum.

03/05/2008