11 Ağustos 2007 Cumartesi

Çok Yaşa Diyene Kızan da Var!

Kiminin "daha çok yaşamak", kiminin de "hemen ölmek" istediği bu gezegende 50. yaşımı tamamladım. Buraya kadar ulaşmak, bana yine de "çok önemli" geliyor. Bu kadar sorunun, sıkıntının olduğu bir dünyada kendi adıma "iyi iş başardım" diye düşünüyorum.


8 Ağustos 50. doğum günümdü. Başka bir deyişle yeryüzünde bulunma süresi itibariyle ben de "yarım asır"ı geçtim ve "ellilik"lere dahil oldum. O gün arkadaşlarımdan telefonla, telefon ve İnternet üzerinden gönderilen mesajlarla arkadaşlarım yaş günümü kutladılar. Ben de onlara 50. yıldan "merhaba" dedim.

Anımsayan, anımsamayan tüm dostlarıma, arkadaşlarıma bir kez daha "merhaba" diyorum.

Cahit Sıtkı 35 yaşı "yolun yarısı" ilan etmiş ve şiirini buradan yola çıkarak yazmış ve yaşamı buna göre tarif edip anlatmıştı.

Günümüzde insan ömrü pek çok kişi için onun ilan ettiğinin çok üzerinde. Eskiden "işin bittiği ya da biteceği" kabul edilen 70 yaş bugün için olsa olsa daha yaşanacak yılların öncüsü, bir habercisi sayılıyor.

Bunun gerçekleşmesinde tıbbın ve teknolojinin sağladığı kimi olanaklar, yaşama dair bilgilerin ve deneyimlerin büyük rolü var kuşkusuz. Daha da uzun yaşayanlar var. Bilim "yüz" yaşına kadar yaşanabileceğini ileri sürüyor.

Sorulduğunda bu kadar yaşamayı umut edenlerle de karşılaşıyoruz sık sık. Yine de günümüzde insan soyunun ömrü, herkesin 100 yıl yaşayabileceği kadar uzun değil.

* * *

Tersine sık sık "erken ölüm"lerle de karşılaşıyoruz. Son bir hafta içinde en az iki "erken ölüm"den haberdar oldum.

Birisi bir meslektaşım: Yaşadığı baskılar nedeniyle kendi eliyle canına kıymak zorunda kalmıştı. Diğeri ise henüz yirmili yaşlarını tamamlamadan bu dünyadan bir trafik "kaza"sıyla ayrılmak zorunda kalan bir öğrenci.

Kazalar, stres ve gerginliğin neden olduğu bireysel şiddet, kârın ve hep kazanma isteğinin yönlendirdiği siyasi, ekonomik nedenli "zaptetme, egemen olma" anlayışının yol açtığı her türlü çatışmalar, toplu kıyımlar, savaşlar, artan "tüketim"in yol açtığı ve insan eliyle yaratılan çevre kirliliği, doğal ortamların ve yaşamın tahribi, özensizliğin, dikkatsizliğin, insanın insana ve kendisine yönelik saygısızlığının neden olduğu olumsuz sonuçlar, önlenebileceği halde önlenmeyen bulaşıcı hastalıklar, kötü ve dengesiz beslenme, kötü barınma koşullarının yol açtığı afetler, tüm bunların neden olduğu her geçen gün artan kanser olguları, çeşitli madde bağımlılıkları, kalp rahatsızlıkları ve daha binlerce neden...

Bunların hepsi de "erken ölümler"e yol açıyor. Dolayısıyla bu dünyada ve bu koşullarda "yaşamak" başlı başına bir başarı.

* * *

Yanlış olan, tüm bunların çoğunluk için "olağan" sayılması. Sessizlik, tepkisizlik ve "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" biçimindeki bencil bir mantığın egemen olduğu bir "kayıtsızlık" hali.

Kuşkusuz bunları olağan saymayanlar da var ve onların herhangi bir biçimdeki "karşı koyma"larının bedeli de az değil.

Dahası "karşı koymak" da erken ölümlere yol açabiliyor; bazen mücadele ederken, bazen de mücadele edilemediği için.

Yine de içinde bulunduğumuz ve yalnız insanları değil, doğayı, diğer canlıları ve giderek dünyayı "erken bir ölüme" götüren bu süreci durdurmak, "bu ölümler yaşanmadan önce yapılacak olanlarla" mümkün olabilir ancak.

Olumsuzluklarla savaşmak, yalnız olumsuzluk yaşandığında onun hesabını sormak değil. Onları yaratan koşulları görmek, fark etmek ve anlamak ve mücadele etmek de gerekiyor.

* * *


Bazen de "hâlâ yaşıyor olmak"tan yakınanlarla karşılaşıyoruz. Ölümü isteyenler ve "bir türlü gelmiyor" diyenler ve bundan "mağdur olduklarını" söyleyenler de var.

Öyle birisiyle Bodrum'da karşılaştım. Bir parkta oturmuş gazete okuyordum. Yanımda da sekseninin üzerinde yaşlı bir "amca" akşam güneşine bedenini vermiş hafif yollu kestiriyordu.

Birden "hapşırdı". Adet olduğu üzere "çok yaşa" deyince gözlerini açtı ve bana çok kızdı:

"Sen benim nasıl ve ne durumda olduğumu biliyor musun da bana 'çok yaşa' diyerek, adeta 'alay eder gibi' yaşadığım bu eziyetin sürmesini istiyorsun" dedi. Ben özür dileyip, sonra da "ne oldu amca, nedir derdin" deyince de uzun uzun anlattı.

Bugün 86 yaşında olan Halil Amca, kendi deyişiyle "eli ayağı tutana kadar" hep denizlerde yaşamış, bir deniz insanı olduğunu söyledi. Dünyanın çok değiştiğini, insanın insan ve kendisine saygısının kalmadığını anlattı. Şu anda içinde bulunduğu koşullardan ve yaşarken çektiği sıkıntılardan söz etti.

Sonra eskilere gitti. İnsanların insanlar için önemli olduğu günlere.

Yabancılaşmanın "olağan" hale gelmediği dönemlere. Yanındaki birinin aç, açık olmasının sorumluluğunun duyulduğu günlere.

Böylesi bir dünyada yaşamanın kendisi için bir "eziyet" haline geldiğini ve "bir türlü ölemediğinden" söz etti.

Belli ki en büyük gereksinimlerinden birisi "onu dinleyecek birilerinin" olması. Onlar ise ne yazık ki bu dünyada çok az. Metrekareye onlarca insanın düştüğü yerlerde bile insanlar birbirlerinden kilometrelerce uzak yaşıyorlar. Yanımızdakini dinlemiyor, ne halde olduğunu bilmiyoruz çoğumuz.

İstemeden de olsa ona da hak verdim. Çünkü "hak vermemek için" gerçekten de dünyayı başka bir hale getirmek gerekiyor.

* * *

Başta da dediğim gibi kiminin "daha çok yaşamak", kiminin de "hemen ölmek" istediği bu gezegende bu hafta 50. yaşımı tamamladım. Buraya kadar ulaşmak, bana yine de "çok önemli" geliyor.

Bu kadar sorunun, sıkıntının olduğu bir dünyada kendi adıma "iyi bir iş başardım" diye düşünüyorum. Özellikle bu yaşı hep birlikte göreceğimizi düşündüğüm ama "bizi bırakıp giden" arkadaşlarımın, dostlarımın sayısının her gün arttığını düşününce.

50 yıllık ömrüm boyunca bir yerlerde yolumun kesiştiği, tanıştığım ve bir şeyleri paylaştığım, sevdiğim, beni seven herkese benim için yaptıkları ve bana kattıkları her şey için bir kez de buradan "teşekkür" ediyorum.

11/08/2007

Hiç yorum yok: