29 Aralık 2007 Cumartesi

İnatla inanmıyoruz!...

Sanatı ve sanatçıyı "küstürmemek" gerekiyor. Hele "tiyatroyu ve tiyatrocuyu" asla.

SÜREKLİ okuyanlar biliyor. "Yol'cu"nun yolculuğundan yola çıkarken yazdığım bu yazılarda "yerlerden, mekanlardan, olaylardan, insanlardan, kurumlardan" söz ediyorum.

Bu yazı yılın son yazısı. Bu yıl bitmeden size bir "kurum"dan söz etmek istiyorum. Çünkü 2007 o kurumun 45. yılını geride bıraktığı bir yıldı.


Ankara Sanat Tiyatrosu'ndan söz ediyorum. Bir "özel tiyatro" olarak, tiyatro geçmişimizin en önemli ve değerli kurumlarından birisinden söz ediyorum. Bir anlamda şimdiden "tarih" olmuş bir yapıdan.

* * *

Bu dönem sık sık Ankara'da oldum. Her defasında kafamda "bu kez bir oyununu izleyeyim" düşüncesi olurdu. Çoğunda olmadı; yalnız birinde onlarla buluşabilmeyi başardım bu yıl. "Belalı Aile" adlı oyunlarının son temsiliydi o cuma gecesi izlediğim oyun.

İzmir Caddesi'ndeki Ankara Sanat Tiyatrosu'nun merdivenlerinden aşağıya inip fuayesine girdiğimde, eski dostlarla karşılaşmış gibi oldum. Herkes oradaydı. Bir dönem İstanbul Şehir Tiyatroları da Harbiye'de aynısını yapmıştı. Sarıyer'deki belediyeye ait tiyatro salonunun merdivenleri ve boş olan her duvarlarında da aynısı vardı. Tüm tiyatrocularımızın resimleri. Onlar şimdi aramızda olmasalar da "kendi" mekanlarında duruyorlar hep "oraları" bekliyorlardı.

Şimdi yıkılmasına karar verilmiş olan Harbiye Şehir Tiyatrosu biraz da onların yok olması demek değil mi?

Ben o sahnede Münir Özkul'u izlemiştim. Onun tiyatroya dair meşhur "tiradı" orada birinci elden dinlemiştim. Birileri "rant" adına o replikleri oradan söküp çıkarmaya çalışsa da o tiratta söylenen sözler hâlâ oradalar. Hâlâ duruyorlar, Onları oradan çıkarmak mümkün mü? Değil! Çıkmıyor da zaten!.

İşte AST da aynısını yapıyor: "Zaman"a değil, "rant"a, "tüketim" kültürüne, "reklam"a ve "medya"ya direniyor. 45 yıldır orada ve daha nice yıllar orada duracak. Çünkü izlediğim o oyundaki o genç insanların gözlerinde bu istek, bu direnç, bu inat var!

* * *



Girer girmez her zaman olduğu gibi, yine bir tür "sahiplenme" ya da "aidiyet" duygusunu yaşadım iliklerime kadar. Sanki burası bu mekan benimdi; bana aitti. İsterseniz şöyle deyin: Ya da "ben" ona aittim.

Eminim pek çok insan benzer duyguları yaşıyordur. Yoo, hayır kınamayın bizi. "ne oluyor, siz kimsiniz" demeyin! Öyleydi gerçekte de! Öyledir de. Çünkü kurumlar onların varoluş nedeni olan insanların, onlardan yararlananlarındır. O kurumların sahipleri, yöneticileri, çalışanları kadar o kurumlardan hizmet alanlar, orada bir işini görenler, ondan bir şekilde bir şey öğrenenlerindir bana göre.

Ben bu yaşıma kadar hep böyle düşündüm. Belki "geri"liğim, "arkaik"liğim, hatta moda deyişle söyleyeyim "çağdışı"lığım, "uyumsuzluğum" da bundan.

Bunu şimdinin "yöneticileri", "iktidar" sahipleri, "işlerin başında olanlar ve karar alanlar" anlamıyorlar. Onun için "özelleştirmek", "satmak", "yıkmak", "yok etmek", "değiştirmek" onlara bir "oyun" gibi geliyor. Onun için; hepimiz için ve hepimiz adına mülkiyet tescili devlete ait olan, yani "tapusu devlette bulunan" her şeyi satabiliyorlar. Çünkü onlar kendilerini bir şeylere bir yerlere ait hissetmiyorlar. Dahası onları da kendilerini saymıyorlar.

* * *


Okullarınızı düşünün; onlar sizindir. Ne devletin, ne öğretmenlerindir. Onlar oradan gelir geçerler ama oraları hep sizin olur, sizin kalır yaşamınızın sonuna kadar.

Hizmet aldığınız sağlık ocakları, hastaneler de sizindir. Hatta sahibi kim olursa olsun, köşedeki bakkal, okuduğunuz gazete "sizin"dir.

İşte AST da benim için öyledir. Sevgili Rutkay Aziz belki kızacak bu sözlerime ama öyledir.

* * *

Yıl 1978-79. İstanbul'a kış bitmeden turneye gelmiş AST bir oyun için. Oyununu yine onlar kadar gibi kurum olmuş bir yerde, "Kenterler Tiyatrosu"nda oynayacaklar. Oyunun sahnesini yerleştirmişler, bir sonraki oyunlarına çalışıyorlar, fuayeye attıkları masada. Ziyaretlerine gidiyoruz, "İstanbul Üniversitesi Tiyatro Topluluğu" üyeleri olarak. ,

"Biz geldik" diyoruz. "Sizleri ziyaret etmek ve hoş geldiniz" demek istiyoruz diyoruz.

Çok ünlü oyuncularla birlikte "Metin Balay" da var aralarında. Henüz 19-20 yaşlarında. Onunla iyi anlaşıyoruz. İyi ve parlak bir öğrenci. ODTÜ'nün "fen puanı"yla girilen güzel yerlerinden birisine girmiş. Ama "tiyatroya sevdalı". O yıl vazgeçip Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nin Tiyatro bölümüne kaydını yaptırmış. Yandan biraz "Brecht"e benziyor. En gözde tiyatrocu Brecht. Ona benzemek ise çok daha önemli. Tiyatrodan söz ediyoruz, uzun uzun. Sonra akşamında oyunlarını izliyoruz.

Orada başlayan muhabbetimiz yazın başında ODTÜ Tiyatro Şenliği'nde de sürüyor. Onlar orada çalıştıkları oyunu oynuyorlar. Biz de kendi yazdığımız "Kurşun Zehirlenmesi" adlı oyunu.

Bizim oyunun sahnesinin tepesindeki "Bu işyerinde grev vardır" pankartına takılmışlar. "Devrimci, tiyatroyu", "Politik tiyatroyu", "Ajitprop Tiyatroyu", "Sokak Tiyatrosu"nu tartışıyoruz sabahlardan akşama kadar, AST'ın gençlik ekibini üyeleri, oyuncu arkadaşlarımızla.

* * *

İşte böyle bir kurum AST. 45 yıldır önce varolmayı başararak, asıl işleri olan tiyatrodan ve sanattan ödün vermeden, doğruları söylemeyi, yanlışlara yanlış demeyi sürdürüyor.

Benim adıma da, benim için de yapıyor. Bunu yaparken izleyicisi dışında kimseye "eyvallah" etmiyor. Onu var edenler bir çok ödünler veriyorlar bu dönemde bunu biliyorum. Ama her şeye karşın onlar yani bizler, izleyiciler, onu destekleyenler olmasaydı bence "var" olamazdı.

Tiyatronun yönetmeni Rutkay Aziz AST'in sitesinde 45 yıla dair yazarken "Dahası 'ben', 'bizi' anlatmakta zorlanıyorum" diyor. Bence bu yüzden. Sonra şu saptamaları yapıyor ve geleceği şöyle tanımlıyor Aziz:

"Ve sanki insanlık çığırından çıktı! Saldırgan, barbar, sömürücü güçler, doymak bilmez bir açgözlülükle yeni bir dünya haritasını çizmenin peşindeler. Küresel ısınma tehditlerinin boyutu dehşet verici biçimde gözlenirken, paylaşmacı saldırganlar açıkça adını petrol ya da su savaşı olarak koymasalar da kan emici rüzgarlarını güzelim halklar üzerinde büyük bir iştahla estiriyorlar. Fırtına esecek günleri, umutla beklemek de bizlere düşüyor.İnsanoğlunda ölen en son şeyin umut olduğunu bilerek ve üstelik salt umutla ve beklemekle yarınların da gelmeyeceğini bilerek"

Sonra Radikal'le yaptığı söyleşiyle "Tilbe Saran"ın dediği gibi, ya da ancak öldüğünde manşetlere taşınan "Savaş Dinçel"in dramındaki gibi "yalnız kalmaktan" yakınıyor Rutkay Aziz ve açıkça söylemekten çekinmiyor benim o akşam yarısına kadar bile dolu olmayan salonda hissettiklerimi:

"Kimi zaman yalnızlığın derin acısını duyuyoruz. İçimizi hüzün sarıyor, kimi oyunlar ise , kimi zaman hak ettiği alkışlardan yoksun kaldığı için, oyun size küsüyor, biz oyuna"

* * *

Sanatı ve sanatçıyı "küstürmemek" gerekiyor. Hele "tiyatroyu ve tiyatrocuyu" asla. Çünkü onlar "toplum" olmanın da "birey" olmanın da "garantisi". Aynı zamanda da "sigortası". O sigortalar attığında ne birey kalıyor, ne de toplum.Bunu herkesin bilmediği açık. Yaşadıklarımızdan bu sonucu çıkarmak çok kolay. Şöyle bir çevreye ve olan bitene bakmak yeterli.

O nedenle Coline Serreau'nun yazdığı "Belalı Aile"de oynayan, çoğu ilk kez izlediğim, o "AST"lıların oynarken sergiledikleri "güzelliğe" ve az sayıda seyircinin alkışlarına karşılık verirken gösterdikleri "içtenliğe" burada bir kez daha teşekkür ediyorum.

Sonra da sözlerimi onun sözleriyle bağlıyorum:

"Ama sahnenin bitmez tükenmez sınır taşımaz uğraşı yine onurlu, soylu biçimde sürmeye devam ediyor. Yere göğe koyamadığımız değerler alt üst olurken, değişim ve yenilenme adına akıl almaz pespaye yaklaşımların baş tacı edilip, her şeyi alkışlayanlar her şeye kahkaha atanlar topluluğunun işgali altında günü gün etme, benden sonrası tufan anlayışının egemenliğinde, biz kendimizi değişmezliğin hücrelerine mi tıkadık acaba? Hayır. Sanmıyoruz. Ötesi, inatla inanmıyoruz."

Ben de inanmıyorum, ama sizlerin de inanmamanızı istiyorum. Çünkü AST'lar öyle kolay kolay ortaya çıkıp, kolay kolay 45 yılı geride bırakmıyor.

29/12/2007

23 Aralık 2007 Pazar

“Fark etme, anlama, öğrenme ve biriktirme”

Bir ay sonra yeniden birlikteyiz işte.

Bir önceki “bilgi notu”mda “Geliyorum. Gidiyoruz” demişim.
İsterseniz Sezar’ın söylediği gibi söyleyeyim: “Veni, Vidi, Vici.”
Yani “Geldim, gördüm, yendim!”

Ama öyle değil. “Geldim, gittim.”
“Yenmedim” yani. Çünkü yenecek bir şey yok. Yaşam akıp gidiyor. Üzerimize aldığımız, kendi kendimize verdiğimiz sorumlulukların peşinde “geliyoruz ve gidiyoruz.”
Yaşam zaten bundan ibaret!...

Evet, “geldim ve gittim”.
Ama bu sefer “Yol’cu”suzdum.
Başka bir deyişle “Yol’cu” Manisa’da “Barış Alanı”ndaydı.

Ben ise yine yollarda ve işlerin ardında.
21 Kasım sabahı “puslu” bir Ege gününde ayrıldım Manisa’dan. İstanbul’un yoğun trafiğiyle cebelleşmeye başladığımda “gece” olmaya başlamıştı.
Gündüz ve gece fark etmiyordu; trafik açısından. Her zaman “yoğun”, her zaman “tıkalı”ydı.

Tıpkı “kapitalizm” gibi. Eğer “elde edeceğin bir rant” yoksa her zaman “mağdur”u oluyorsun bu hareketliğin, ya da daha doğru bir deyimle “hareketsizliğin”.
Ama aynı zamanda eğer bir elde edeceğin bir “rant” söz konusuysa bu durum kazancını katlamanı sağlıyor. Üstelik yalnızca sen değil, bu süreçle hiç ilgisi olmayanlar da sana kazandırıyor.

Kazanmak istemediğim gibi birilerinin kazanmasına “yol açan” da olmak istemiyordum.
Onun için her türlü “tıkanıklık”tan kaçıyordum.
Ama insan “kendisinden kaçamıyor.” Hele hele kendini bir şekilde bazı işlerin “sorumlusu ve görevlisi” olarak tanıtınca bu mümkün değil.
Onun için yeniden”İstanbul”daydım.

Bu ayın son günü ve gelen ayın ilk gününe yayılmış İstanbul Barosu’nun “Sağlık Hukuku Sempozyumu”nda bir konuşmam vardı.

İstanbul’dan uzaktayken eksik bıraktıklarımı tamamlarken, bir yandan da bu sempozyumdaki “konuşmam ve sunumumu” düşündüm. Önümde iki seçenek vardı: İlk seçeneğim izleyenleri heyecanlandıracak ve korkutacak, biraz da “sansasyonel” bir sunum yapmaktı. Herkesin hoşuna gideceğinden emindim. Epey ses de getirirdi. Ama bu, “tarz” olarak acaba bana uyar mıydı. Bunu çok düşündüm. Konuyla ilgili bazı arkadaşlarımla tartıştım.
İkincisi ise “bilgi aktarımı”na dayalı “klasik” ve “benim her zaman yaptıklarıma” benzer bir sunum seçeneğiydi. Bu kolaydı ve hemen yapılabilirdi.

Kararsızlığımı aşmama duyduğum bir haber yardımcı oldu.

Adımı vermese de Sağlık Bakanı bir televizyon söyleşisinde benden söz etmişti.
Dahası bilgisizliğini ortaya koyan bu sözlerine HAYAD yaptığı resmi açıklamayla bir yanıt vermişti.

Şöyle diyordu HAYAD:
“TV8'de 28.10.2007 tarihinde yayınlanan “Bunu Konuşalım” adlı programa Sayın Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ katılmıştır. Seyircilerin bir sorusu üzerine HAYAD ile ilgili yanlış bilgiler vermiştir.
HAYAD kurucuları arasında "doktor" bulunmamaktadır.
Ancak; HAYAD üyeleri arasında "sağlık personeli" vardır ve de olmaları yadırganmamalıdır. Hasta hakları örgütlenmeleri "doktor" karşıtı örgütlenmeler değildir, olamazlar da.
Hele de sayın bakan'ın "HAYAD KURUCULARI ARASINDA TTB AVUKATLARI VARDIR" şeklindeki ifadesi tamamıyla gerçek dışı olup, HAYAD'ı kamuoyuna ve TV8 izleyicilerine yanlış tanıtmaya yönelik açık bir karalamadır.
1997 yılından bu yana faaliyet gösteren derneğimiz, toplum bilincinin geliştirilmesi, hasta haklarının tanınması duyarlılığın arttırılması için çok sayıda etkinlik yapmış ve yapılan etkinliklere katılmıştır.”

Bakanın bu konuda olduğu gibi başka konularda da bilgi eksiklikleri vardı. Daha doğrusu kamuoyuna yönelik yanlış bilgilendirmeleri vardı. İşte onları ortaya koymam gerektiğini düşündüm. Sağlık Bakanlığı’nın sanki kendi düşünceleriymiş gibi sundukları “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın gerçek yüzünü ortaya koymaya yönelik bir sunum yapmaya karar verdim. Çünkü zaten sunumumun başlığı “Sağlıktaki Değişikliklerin Sağlık Hakkına Etkisi”ydi.

Oldukça olumlu tepkilerin ve geri dönüşlerin olduğu bir sunumdu.
Salondaki yüze yakın izleyici etkilendi. Baronun sayfasında haberi de yapıldı.

Sempozyumun ikinci günü akşamında sempozyumu düzenleyen komisyonun verdiği Baro yöneticilerinin de katıldığı yemekte konunun sempozyumda gündeme gelmeyen yönlerini konuştuk.

O haftanın içinde dernekle ilgili çalışmalar vardı.
Tabii ki “Sanat ve Kültür”ün beşiği olan İstanbul’da olmanın avantajlarından da yararlanmayı ihmâl etmedim. Sinemalarda oynayan filmler ve artık kışın gelmesiyle birbirinin ardı sıra yapılan “film festivalleri”ndeki filmleri kaçırmamaya çalıştım.

Bilgi Üniversitesi “İnsan Hakları Merkezi”yle sürdürdüğümüz çalışmalar konusundaki görüşmeler, buluşmalar, konuşmalar da bu hafta içinde gerçekleşti.

Sonra 4 günlük “Ankara” yolculuğu girdi araya.
Bunun ilk gününde Sağlık hakkı hareketi Derneği adına, Birleşmiş Milletler tarafından ortaya konulan ve Türkiye’nin de 2002 yılında imzaladığı “Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Sözleşmesi”yle ilgili bir “alternatif rapor” hazırlamaya yönelik bir etkinliğe katıldım.
Güzel ve benim için öğretici bir toplantıydı. Ama aynı zamanda önemli katkılarda da bulunduğum bir toplantı oldu.
Ertesi günü “Eksi Onsekiz Medya Grubu”nun yaptıklarıyla ilgili bir basın açıklamasını izledim. Çocuklar tek kelimeyle “muhteşem”diler. Neler olduğunu yandaki “gezerken” yazılarını tıklayarak öğrenebilirsiniz.
Son iki günde ise konu “HIV+ ve AIDS”ti. Ulusal AIDS Komisyonu’nun çalışmaları bağlamında yapılan bu iki günlük etkinlikte yine SHHD adına olması ve yapılması gerekenleri ortaya koymaya çalıştım. Ne kadar anlaşıldı, onu bilmiyorum. Ama benim “anlatma” noktasında bir sıkıntım olmadı.

İstanbul’a geri döndüğümde programda birbirinin içine giren çok sayıda etkinliğin olduğu bir hafta sonu söz konusuydu. Katılmam gerekenleri değil de “en önemli” olanı saptama ve ona katılma anlamında epey zorlandım.
Sanırım başardım. Benim dışımdaki zorunluluklarla, kendi kendime koyduğum zorunlulukların dengesini bulmaya çalıştım. Sonuçta Boğaziçi Üniversitesi’ndeki “Yoksullukla Mücadele Ağı” toplantısı, “Yeşillerin Partileşme Süreci”, “78’lilerin Geleneksel Yemeği” bu hafta sonunun katıldığım etkinlikleri oldu.
Tabii ki katılamadığım bir çok etkinlik vardı. Bir gün insan “ışınlanmayı” ya da “klonlanmayı” başarırsa bu tür sorunları da yaşamayız sanırım.

Kendime “hazırlanmak” için verdiğim bir günlük moladan sonra tam “26” gün sonra “Yol’cu”yla yeniden buluştuk. Manisa’daki bu buluşmanın ardından uzun sürmeyen “tek mola”lık bir yolculuktan sonra Bodrum’a “Gümüşlük Akademisi”ne ulaştım.

Ağustosun 12’sinden Aralığın 22’sine kadar geçen 4 ay 10 günden sonra sevgili Ahmet ve Latife her zamanki “dostça merhaba”larını eksik etmediler.

Başta da dediğim gibi şimdi, okuma, yazma ve biriktirme dönemi.
Bir anlamda “kuluçka” ya da “kış uykusu!”
Ama uyunmayan, bir “devingenliğin” ve başka türden “üretkenliğin” söz konusu olduğu bir dönem.

Gelecek paylaşımımızda bunların ne kadar “gerçek” ne kadar “doğru” olduğunu birlikte göreceğiz.

Eğer merak ediyorsanız, izleyebilirsiniz.
Her şey açık, her şey aleni. Çünkü yapılanlar “hepimiz” için...
“Yolculuk sürüyor!”

22 Aralık 2007 Cumartesi

Manisa'da bir "Barış alanı"

"Kentlerimiz elden çıkıp gidiyor. Kentlerimiz yaşanılamaz duruma geliyor. Kentlerimiz elden giderken, kentlerimizi yönetenler ne yapıyor. Sürekli mazeret üretiyor."

BU SÖZLERİN sahibinin adı "Mustafa Pala". Kendisini Manisa'da tanıdım. Manisa'da oluşturmaya çalıştığımız "Manisa Sağlık Hakkı ve Hasta Hakları Derneği"yle ilgili çalışmalar sırasında karşılaştık.

"YOL'CU"nun konakladığı "Barış Alanı"nın kurucusu, oluşturucusu, aktif ve aktivist bir insan.

Bir yazar, bir düşünce ve eylem insanı. Çok farklı bir "özel girişimci". Girişimlerini "kamu adına" yapmaya çalışıyor. İnsanlar için uğraşıyor.

İnternette bulduğum biyografisinde şöyle yazıyor: "Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi İşletmecilik Kooperatifçilik Bölümü mezunu. Köy-Koop Manise Birlik Genel Başkanlığı, Köy-Koop Merkez Birliği Yönetim Kurulu üyeliği ve Tariş'te bakanlık murakıplığı görevlerinde bulundu. Manisa Tarzanı'nın yaşam öyküsünün filme alınması konusunda çalışmalar yaptı ve sonuçta Manisa Tarzanı filminin çekimi gerçekleştirildi. 'Kent Kooperatifçisinin Kitabı' ile 'Bir Kent Kooperatifinin Özgün Öyküsü-Anadolu Sentezi' adında iki kitabı var. Manisa Birlik Genel Başkanlığı, Manisa Kültür ve Sanat Kurumu Başkanlığı görevlerini halen sürdürüyor."

* * *

Kitaplarından haberim var. Ama örnekleri elimde yok. Yani okuma fırsatım olmadı.

Kendisiyle yaptığımız iki saate yakın sohbetten ve Manisa'da yerel yayın organlarında yazdığı yazılardan edindiğim bilgilere göre, mevcut koşullar içinde bile, pek çok yerde yaşadığımız "çarpık kentleşme"nin aksine "farklı bir yaşama mekanları ve biçimi" yaratılabileceğini savunuyor. Savunmakla kalmıyor; gerçekleştiriyor da. Yaptıkları ortada.



Gezip dolaştığım, yaşadığım yerlerde, bir çok "konut kooperatifi" ya da "kooperatif konutu" gördüm; kışlık, yazlık, kentsel alanlarda, sayfiye yerlerinde.

Ama içinde kooperatifin ortak mülkiyeti olan bir "kütüphanesi", bir "özel toplantı salonu", bir "tiyatro sahnesi", "çeşitli atölye ve işlikleri" olan bir "özel kültür merkezi" olan site görmedim.

Evet havuzları, tenis kortları, spor alanları, kafeleri, lokantaları olan çok sayıda site ve özel konut alanları var. Ama oralarda yaşayan insanın "aklına, düşüncesine, bilincine" yönelik "özel" düzenlemeler yapılmış olanları hiç görmedim.

"Yol'cu"nun bir aya yakın zamandır durduğu "Barış Alanı"ndaki "Öncü sitesi"nde bunların hepsi var.

Dahası da var: Mülkiyeti kooperatif ortaklarının ve orada yaşayanlarının tümüne ait olan ortak kullanım alanlarında kendi hallerine gezen, ördekler, kazlar, hatta "tavuskuş"ları var.

Her boş alanda yeşille uyum içinde "çağdaş heykeller" var. Duvarların estetiğini sanatsal üretimler oluşturuyor.

* * *

Mustafa Pala yıllar önce bu işe başlamış. Önce bu alanın bir "kent yerleşim alanı" olarak belirlenmesine uğraşmış. Başarmış. Sonra bir çok kooperatif kurulmasına destek olmuş. Sayısını sormadım ama çok sayıda kooperatifin oluşturduğu siteler var, Barış Alanı'nda. Sağlamış.

Kendisi de bulduğu insanlarla bu siteyi yapmış.

Şimdilerde "küçük konut"un geleceğin konut modeli olacağı düşüncesiyle "küçük konutların olacağı" evlerde yapılan bir çok hizmetin merkezi olarak ve birlikte sağlanacağı "konut"lar üzerine çalışıyor. Dahası bu konutların çevreye en az olumsuz etkide bulunmasını istiyor. Kendi enerjisini, en az zararlı ve en doğal yollarla kendisi üretmeyi kafaya koymuş. Kullandığı sudan, belirli bir sistem içinde bir damlasını heba etmeden yararlanmayı düşünüyor. Her şeyi dönüştürerek, sonsuza kadar kullanmaya çalışan bir "model kent yaşam alanı ve mekanı" üretmeyi düşlüyor. Bu amaçla yazılar yazıyor insanlarla konuşuyor, onları düşüncelerine ortak etmeye çalışıyor.

* * *


Bunları yaparken yalnız daha güzel mekanlarda ve daha çağdaş biçimde yaşamayı yeterli bulmuyor.

O "Kentleşme ve kentlileşme önemli, kentleşme ve kentlileşmeyi beceremediğimizde, demokrasinin de işlemeyeceğini havasız susuz yaşayamayacağımızı bildiğimiz kadar biliyoruz. Demokrasiyi önce yerelde, sonra genelde işletmeyi öğreneceğiz. Yerelde beceremezsek genelde becerme şansımız hiç olmayacaktır. Tartışarak karar üretmeyi, ürettiğimiz kararlara tartışmasız uymayı öğrendiğimiz an, sağlıklı kentleşmenin, kentlileşmenin ve işleyen bir demokrasinin de yolu açılmış olacaktır" diyerek kentleşmenin aynı zamanda "demokrasi"yi egemen kılmanın da bir yolu olduğunu da düşünüyor. Amacı daha demokratik bir toplum haline gelmemiz.

Eski Yunan ve özellikle Atina'nın "site devletleri"nin "demokrasi"nin hem de "doğrudan olanı"nın çıktığı yerler olduğunu düşününce, insan ister istemez "belki de olabilir" diyor.

Çünkü "demokrasi" için önce "uzlaşabilme bilinci" gerekli. Bu "kentte yaşamak" için de olmazsa olmaz unsurlardan birisi bu bence.

Gerçi "kültürel farklılıkların ve eğitim eksikliğinin" yarattığı sorunları çeşitli örneklerde yaşadığını Mustafa Pala'da söylüyor yazılarında bunları tartışıyor ama, kentsel alanda yaşamanın bu anlamdaki farklı bir "kültürü" yaratacağı, bir ölçüde de olsa "güncel pratik"ten giderek gerekli eğitimi sağlayacağı düşüncesinde.

* * *



Kuramsal yaklaşımlar çok farklı olabilir. Ama beni saran ve bunu incelemeye ve izlemeye yönelten temel neden "somut yaşamda" ortaya çıkanlar. Geri kalanı bence "laf".

Çok "laf"tan iş çıkmıyor. Ama ortaya çıkan her işten bir çok "laf" çıkartmak mümkün. Onun için Mustafa Pala'nın ardından olumlu olumsuz çok laf ediliyor bence.

Ne demişler "meyve veren ağaç taşlanıyor". Tabii ki amaç "meyveleri düşürmek ve yemek", yani onlardan yararlanmak. Mustafa Pala'nın buna itirazı yok. O "iş yapmaya" devam ediyor. Deneyimleri ve ortaya koyduklarından bence "öğrenecek" çok şey var.

22/12/2007

15 Aralık 2007 Cumartesi

"Biz bu ülkenin geleceğiyiz..."

Öyle yılda bir "çocuk bayramlarında" ya da "işimize geldiği zaman" değil; yaşadığımız, içinde yer aldıkları ya da bugün ya da yarın doğrudan etkilenecekleri tüm süreçlere, onları "gerçekten" katmamız gerekir.

YANDAKİ resimde gördüğünüz genç delikanlının adı Onur. Tam adı Salih Onur Musaoğlu. Ankara'da yaşıyor. 15 yaşında; bu yıl lise 1. sınıfta okuyor. Üç kardeşin ortancası.



"Gündem: Çocuk! Derneği"nin çocuklarla sürdürdüğü, çocuklar ve çocuk haklarına saygılı bir medya çalışmasını yürüten "Eksi Onsekiz Medya Grubu"nun bir üyesi.

9 Aralık Çocuk Yayıncılığı Günü nedeniyle, onun da aralarında yer aldığı grubun bu güne dikkat çekmek ve ürettikleri "belgesel" ve "gazete"yi sundukları basın toplantısına ben de BİA adına katıldım. Çünkü "YOL'CU"suz yolculuğumun ara konağı bu defa "Ankara"ydı.

Tunalı Hilmi Caddesi'ndeki, Tunalı Otel'de yapılan toplantı başlamadan önce orada erken olmanın avantajını kullandım ve Onur'la küçük bir söyleşi yapmak istedim. Sevinerek kabul etti.

* * *

Söyleşiyi olduğu gibi yazmak yerine; onun bu söyleşide bana söylediği bence çok anlamlı bazı cümleleri sizlere buradan duyurmak istiyorum; çünkü yeterince açık ve net:

-"Bazı olaylarda 'çocuk istismarı' olabiliyor. Göze bant çekmeyebiliyorlar, adını açıkça yazabiliyorlar."

-"Bu o kişinin hem şimdiki durumunu hem de geleceğini etkiliyor. Bu da çocuklar açısından 'kötü bir durum' oluyor"

-"Çocuklar kötü bir iş yapınca bize geliyorlar ama iyi bir iş yapınca çok yayınlamak istemiyorlar."

-"Daha geniş haberleri olduğu için çocuklara çok yer verilmiyor."

-"Bazen çok objektif bir şekilde vermiyorlar."

-"Çocukları eğitim vermek gibi bir amaçları yok."

-"Ben olsaydım çocukları 'istismar edecek' haberler yazmazdım. Onların haklarını ihmâl etmemek için sonuna kadar çalışırdım. Çünkü 'o da' bir insan."

-"Aldığımız eğitim yetersiz. Eğitimsiz olmaz. Onun için eğitime çok önem verirdim. Ben gazeteci olsaydım, çocukları eğiten yayınlar, programlar yapardım."

-"Çocuklar büyüklerinden şiddet görüyor. Bunun haberini yapardım."

-"Çocukların sportif etkinliklerini, başarılarını sergileyen haberler verirdim."

-"Biz bu ülkenin geleceğiyiz. Bu ülkenin geleceğine yönelik konularda bizlerin de düşüncesi alınmalı, bizler de işin içine katılmalıyız. Zaten bunu yapamazsak biz bu ülkenin parçası olamayız."

-"Tüm çocuklar bu konulara bizim kadar duyarlı değil, ama bunun nedeni de bence veliler, anne babalar."

* * *

Onur daha sonra basın toplantısı bölümünde büyük bir içtenlikle "eksionsekiz" adlı gazeteyi nasıl hazırladıklarını anlattı ve gazetenin içindeki yazıları tanıttı.

Gerçekten dolu dolu bir içeriği olan, öz ve biçim olarak da gerçekten "gazete" olan bir gazete hazırlamışlar.

Gazetenin dördüncü sayfasında "Aşısızlıktan ölen 30 çocuk" başlıklı haber-yorumun altındaki imza da Onur'un. Şöyle ifade ediyor Onur düşüncelerini:

"Doğu Anadolu'ya verilen hizmetlerin eksikliği çocuklara da yansıyor. 8 Kasım tarihli Doğu Express gazetesinden son bir buçuk yılda aşısızlıktan otuz çocuğun öldüğü haberini aldık. Böyle bir olayın söz konusu bile olmaması lazım. Bu hizmet eksikliği neden sadece Doğu Anadolu'da oluyor. Sanki Doğu Anadolu ülkemizin bir bölgesi değilmiş gibi davranılıyor yıllardır."

Gazeteyi mutlaka bulup devamını okuyun. Ben yalnızca Onur'un son cümlesine burada yer vereceğim: "Bu ortam sağlanırsa zaten ne birisi ayaklanır, ne de savaş açar."

* * *



O gün basın toplantısında masanın arkasında "basın açıklamasını okuyan ve sunuş yapan" 12 çocuk, pırıl pırıl 12 genç insan vardı.

Heyecanlarını, tavır ve davranışlarını orada olup da görmeliydiniz. Farkında bile olmadan onların heyecanlarına katılabilir, kendinizi onlardan birisi sayabilirdiniz.

Yaptıkları işten duydukları onur ve gururu tavırlarından algılayabilirdiniz. Onların bu duyguları bende olduğu sizleri de alıp gençliğinize ya da başka bir yerlere götürebilirdi. Geçen zamana, yitirilenlere, bir daha geri gelmeyecek olanlara benim gibi hayıflanabilirdiniz.

Düzgün cümlelerle kendilerini ve meramlarını doğru bir şekilde ifade ettiklerini görebilir, kim bilir belki de bunu yapamayan "yüksek yerlerde oturan 'kocaman' insanlarla" onları kıyaslar, gördüklerinize şaşırabilirdiniz.

* * *

Onur diyor ki "bu ülkenin geleceği bizleriz, bizleri de yaşımıza bakmadan aranıza katmazsanız olmaz!"



Onları dinlememiz gerek; seslerini, düşüncelerini, tepkilerini ifade etmelerine olanak tanımamız gerek.

Öyle yılda bir "çocuk bayramlarında" ya da "işimize geldiği zaman" değil; yaşadığımız, içinde yer aldıkları ya da bugün ya da yarın doğrudan etkilenecekleri tüm süreçlere, onları "gerçekten" katmamız gerekir.

Yarının, bugünün olumsuzluklarını taşımasını istemiyorsak, onların yarın bizleri "kınamasını, eleştirmesini, kızmasını", hatta bizlerin sıklıkla yaptığımız gibi "küfretmesini" istemiyorsak, yarınki dünyanın bu gün olandan daha güzel olmasını istiyorsak, bunların farkında olmamız ve önce kendimizden başlayarak değişmemiz gerekir.

* * *

Basın Toplantısı'nda okudukları ve bizlere dağıttıkları "Benim Medyam" başlıklı bildirinin her cümlesi "medya" için büyük anlam taşıyor.

Gazete yayınlayanlar, radyo televizyon yayını yapanlar, internette herkesin ulaşacağı sayfalar hazırlayanlar, o cümlelerin her birini önlerine koymalı ve yaptıklarını bu cümlelerin ifade ettikleriyle değerlendirmeli. Yanlışlarını görmeli ve bunlardan vazgeçmeli.

Medyanın rolü önemli olduğu için medyadan başlamak önemli. Çünkü olumlu ya da olumsuz tutum ve davranışlarıyla "kamuoyu"nu medya oluşturuyor. Yanlışlar da doğrular da toplumun ortak tutum ve davranışlarına dönüşüyor.

Gelin onları göz önünde tutarak bir yayıncılık ve habercilik faaliyeti sürdürülmesini sağlayalım.




Eksi onsekizin ilk yayınlandığı "temmuz ayındaki" basın açıklaması videosunu izlemek için: linkini, çocukların söz konusu basın açıklamasında sundukları ve kendilerinin hazırladığı "aynı ama farklı, farklı ama aynı" adlı belgeseli izlemek için de linkini tıklayabilirsiniz.

15/12/2007

8 Aralık 2007 Cumartesi

"Çok gövdeli bir ağacın ortak meyvesiyim."

"Orada olmalıydınız... Bir daha yapılırsa sakın kaçırmayın... Çok kültürlü bir olmanın keyfini, hazzını ve mutluluğunu bir kez tadarsanız, ne demek istediğimi anlayacaksınız..."





YOL'CU'
nun yolcusu bir süredir İstanbul'da. Ya da şöyle diyeyim: Yolculuğumun uğrak yerlerinden birisi de "İstanbul" oldu.

İstanbul'daydım ama yolculuğum sürüyordu.

Hem de Yeni Melek Gösteri Merkezi'nin bir koltuğuna oturduğum halde bir uçtan bir uca tüm coğrafyayı dolaşıyordum.

Sekiz saat sürdü bu yolculuk. Ama Anadolu'nun, Trakya'nın neredeyse tüm kültürleriyle birlikte oldum.

* * *


Yenimelek'te bundan yaklaşık 30 yıl önceki bir başka yolculuğum aklıma geldi, koltuğuma oturduğum anda.

O yolculukta Ruhi Su vardı, Sümeyra Çakır vardı, Rahmi Saltuk vardı, Timur Selçuk vardı.

Bir 14 Mart Sağlık Haftası etkinliğiydi, orada bir araya gelme nedenimiz. Sinop Kalesi'nde Yemen Çöllerine, Sarıkamış Allahüekber dağlarından, Çanakkale sırtlarına, Serez'e, Drama'ya, Diyarbakır'a kadar tüm yurdu dört dolanmıştık. İzleyen yaklaşık iki bin kişiyle.

Bu kez de yine farklı kökenlere sahip bir o kadar insan vardı.

Ama sekiz saat boyunca ardarda sahne alan yüzlerce sanatçı, aydın, düşün insanı, şarkıcı, türkücü, müzisyen, oyuncu, ozan, aşık vardı orada...

Onların bir araya toplanmasının tek nedeni "koşar adım yol aldığımız bir çatışma ortamından" uzak olma isteğiydi.

* * *



Anadolu'nun farklı yörelerindeki kültürlerin bir arada varlığını herkese göstermek için yıllardır yayıncılık yapan bir aydın Sevgili Özcan Sapan ve arkadaşlarının oluşturduğu "HALKLARIN DOSTLUĞU GİRİŞİMİ"nin; "Bizler farklılıklarımızla yanyana, kardeşçe, barış içinde, insanca ve onurumuzla yaşamak isteyen 'çoğunluğuz.' Anadolu, halkların kardeşçe yaşadığı bir cennet olabilecekken bizi cehennemde yaşamaya mahkûm etmek istiyorlar. Bunun için önce halkların kardeşliğine, dostluğuna saldırıyorlar. Zenginliğimiz olan farklılıklarımızı kullanarak aramıza kin ve nefret tohumları ekiyorlar" diyerek buna karşı duruşlarını, sanatla, kültürün çok renkliliğiyle, barışın evrensel dili müzikle göstermek isteyenlerin düzenledikleri bir etkinlikti "Dansları, müzikleri, renkleri, sesleri, sözleri ile Halkların Buluşması"

Ben de özellikle orada onlarla birlikte olmak, içinde bulunduğumuz bu çok renkli, çok kültürlü coğrafyayı bir kez daha tüm güzelliğiyle yaşamak istedim. İyi ki de öyle yapmışım.

Bir önceki gece İstanbul Barosu'nun "Sağlık Hukuku Sempozyumu" sonrası yediğimiz akşam yemeğinde, baronun yönetim kurulu üyelerinden ikisiyle yaptığım "küçük tartışma"da söylediklerimden ve savunduklarım "en canlı haliyle" karşımda duruyordu.

"Keşke onlar da burada olsalardı ve sahnede olanı görüp, düşüncelerini bir kez daha sorgulasalardı" diye geçirdim onları izlerken.

"Herkesin farklı, ama herkesin eşit" olduğunu anlamak için insan aklının yeterli olması gerekir. Ama bazılarının bunu sanırım somut olarak yaşamaları, görmeleri gerekiyor. Ne yazık....

* * *

Sizlere o geceyi tüm ayrıntılarıyla anlatmam olanaksız. Orada olanların, o renkleri, o farklılığı bize gösterenlerin özelliklerini de burada sıralayamam. Ama; hem o çok kültürlülüğü somutlamak, hem de onların emeklerine duyduğum saygının gereği onların adlarını onların sahne alışlarına göre burada sıralamak istiyorum:

Serdar Keskin, Keops, Hasan Sağlam, Dalepe Nena, Domane Dersim, Aka-Der Hasret Semah Ekibi, Birol Topaloğlu, Ali Nafile, Grup Nidal, Vova, Kaf Dağı Müzik Topluluğu, Havva Karadaş, Nurettin Güneş, Aka-Der Mozaik Dans Topluluğu, Grup Helesa, İlknur Yakuboğlu, Nevzat Karakış, İsmail Karaca, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu...

Onlar hem tek başlarına, hem gruplarıyla, hem de zaman zaman birlikte sahne aldılar. Türkçe, Kürtçe, Zazaca, Lazca, Gürcüce, Megrelce, Adigece, Abhazca, Ermenice, Rumca, Pontus Rumcası, Hemşince, Arapça şarkılar, türküler, bozlaklar, ağıtlar, kılamlar söylediler.

Rengarenktiler: Hem söyledikleriyle, hem görünümleriyle, hem de tarzlarıyla... Çoktular: sazları, davulları, gitarları, flütleri, adlarını bilmediğim bir dolu müzik aletleriyle... Ama dile getirdikleri hep aynıydı: Çilerlerini, sıkıntılarını, yaşamlarını anlatırken bile aslında bir arada olmayı, dostluğu, kardeşliği, ayrılmazlığı anlatıyorlardı.

* * *



Eve gelince aklıma bu coğrafya da kaç tane böyle rengin yaşadığını merak ettim. İnternetten taradım. Karşıma 660 sayfalık dev bir çalışma çıktı: "Türkiye'deki Etnik Gruplar" Yazarı bir "Alman": Peter Alfrod Andrews (1989, Ethnic Groups in the Republic of Turkey, with the assistance of R. Benninghaus. Beiheft Nr. B 60, Tübinger Atlas des Vorderen Orients. Wiesbaden (L. Reichert). 659 pp. plus maps. ISBN 3-88226-418-7 (vol.1)) Bu yayının bir bölümü 1992'de Tüm Zamanlar yayıncılık tarafından Türkçe'ye çevrilmiş. Kitaba dair nette çok sayıda tartışma var, ama bunun olması bile çok güzel.

Yazılanlara göre bu coğrafyada 47 farklı etnik yapı bulunuyormuş.

ABD'nin sanırım elli eyaleti var. Bilmiyorum bu eyaletlerde yaşayan farklı etnik yapıların sayısı bizdekine yaklaşıyor mudur? ABD dünyanın maddi olarak en zengin ülkesi sayılıyor. Peki 47 farklı kültürün bir tek ülkedeki varlığı sizce önemsenmeyecek ya da tersten söylersek, övünülmeyecek bir zenginlik midir?

Onların bir arada kardeşçe, dostluk içinde ve mutlu yaşamaları, kendi varlıklarını, dilleriyle, kültürleriyle, sanatlarıyla sürdürmeleri, demokrasinin işlemesi için her düzeyde varolmaları "kötü" müdür sizce? Bunlardan söz etmek ve etkinlikte sevgili Ragıp Zarakolu'nun dediği gibi bu ülkeyi bunların içinden yalnız birine aitmiş gibi gösteren ve "Türkiye Türklerindir" diyenlere karşı çıkmak sizce "bölücülük" ya da bu ülkenin "parçalanmasını istemek", "birilerinin oyununa gelmek" midir acaba?

* * *

Sonra üşenmedim bulduklarımı en azından "kayda geçsin" diye alt alta yazdım. İşte sonucu; eksikleri varsa tamamlamanız dileğiyle:

Türkler (Kendi içinde farklı dinsel ve kültürel özelliklere sahip gruplar şeklinde de tanımlanıyor: Sünnî Türk, Alevî Türk, Sünnî Yörük, Alevî Yörük, Sünnî Türkmen, Alevî Türkmen ve Avşar, Yörük, Abdal, Pallık, Efe, Nalcı, Elçi, Çepni, Karapapak, Terekeme, Rumeli göçmeni Türkler, Azeriler, Kızılbaşlar, Tahtacılar, Dadaşlar, Manavlar, Uygurlar, Kırgızlar, Özbekler, Balkarlar, Karaçaylar, Kumuklar, Kırım, Nogan Tatarları gibi); Kazaklar, Kuban Kazakları, Pomaklar, Boşnaklar, Tatarlar, Gagavuzlar, Arnavutlar, Lazlar, Gürcüler, Megreller, Hemşinliler, Adigeler, Abhazlar, Çerkezler, Kürtler (Kırmançi, Zaza, Dımılli); Ermeniler, Rumlar (Pontus Rumları, Yunanlar, Kıbrıslılar); Museviler(Yahudiler, Ladino, Seferad, Aşkenazi); Araplar, Nusayriler, Ezidiler, Süryaniler, Keldani, Nasturi, Bahailer, Polonezler, Almanlar, Estonlar, Molokanlar, Sudanlılar, Habeşler, Kıptiler, Romanlar...

Bunların her birinin diğerinden veya yakın benzerlerinden farklı olup olmadığı üzerine yapılan kimi bilimsel, kimi siyasi tartışmaları bir yana koyuyorum. Ben kendini "farklı gören ve sayan" her kimliğin bunu böyle değerlendirmenin kendi hakkı ve ortaya çıkanın da bir zenginlik olduğunu düşünüyorum. Bu zenginliği "tekleşmeye" çevirmenin de en başta insana ve onun varlığına, sonra da bir arada yaşamamız için zorunlu olan "hoşgörüyle kabul"ün modern ifadesi olan "demokrasi"nin bir gereği olduğunu düşünüyorum.

* * *

Söylenecek çok söz var. Ama sanırım bu noktada hepimizin birlikte söylememiz gereken cümle, "Halkların Dostluğu Girişimi"nin internet sitesinin üzerinde yazılı olan şu taahhüttür: "Çocuklarımıza farklılıklarından arınmış bir gelecek değil, tarihi ve kültürüyle barışık bir dünya bırakacağız."

08/12/2007

1 Aralık 2007 Cumartesi

"Kaybolan zanaatler" kaybolan değerlerimiz...


" 'Çobanın sırtındaki kepeneğin ne değeri olabilir ki' dedi; çalan son model cep telefonunu kulağına götürürken. Anlatamayacağımı fark ettim ve sustum!.."

DOĞU Anadolu'ya çocukluk yıllarımdan yaklaşık 20 yıl sonra ilk kez gittiğimde, koyun sürülerinin ardından gezen sırtları kepenekli, elleri uzun çomaklı çobanları ilk görmüş; hemen aklıma Erzurum'un "Gezköy"ündeki bize süt getiren tren istasyonu bekçisinin oğlu "Faruk" ve onun sözleri gelmişti.

Hava çok soğuktu ve sırtımdaki paltonun içinde üşüyordum.

Onun da sırtında ise "keçeden kepeneği" vardı. "Bu üşütmez ki!" demişti, omzunu şöyle bir yukarı kaldırarak. Çocuk aklımla şaşırmış, ona inanmamıştım.

* * *

Yine yıllar sonra bu kez Afyon'un eski çarşısının ara sokaklarında dolaşırken, yeni onarılmış ve yeni boyanmış bir eski evin çatısından aşağı sarkan "kepenekleri" görünce yine aklıma Faruk, kepeneği ve söyledikleri geldi: "Bu üşütmez ki!"

Afyon gibi "kara" ikliminin hakim olduğu bu kentte yavaş yavaş kışa dönen mevsimin soğuğu üşütmüştü de, o nedenle mi bu söz aklıma gelmişti; yoksa orada öyle asılı duran ve rüzgârla sallanan o kepeneklerin içlerinde sanki birilerinin olduğunu mu düşünmem mi üşümeme yol açmıştı bilmiyorum. Ama şiddetle "ürperdiğimi" anımsıyorum. Hatta şu anda bile; yani o kare gözümün önüne gelince.

Tam o sırada çantamdan fotoğraf makinemi çıkarmış ve burada gördüğünüz kareleri çekmiş olmalıyım.

* * *

Arkamdan bir ses "onların yapıldığı dükkânlar az ileride" dedi. Onun işaret ettiği yöne doğru yürüdüm.

Fotoğrafını çektiğim evin çaprazında karşı taraftaydı keçelerin yapıldığı dükkan. O onarılmamıştı. Çarpık, boyaları dökülmüş tahta bir kapısı vardı, bu eski taş dükkânın. Kirli camlarından içerisi görünmüyordu. Kapıyı itip içeri girdim.

Biri daha yaşlıca iki erkek yerde oturuyordu. Genç olanın önünde bir sergi, elinde de yünler vardı.

Merhabalaştıktan sonra "hâlâ satabiliyor musunuz yaptığınız bu kepenekleri" dedim.

Bir yandan işini sürdürürken "Allah razı olsun, idare ediyor, nafakamızı çıkarıyoruz" dedi daha keçelerle uğraşan.

Utandım söylediklerinden. Bir keçenin nasıl yapıldığını, nasıl emek isteyen bir iş olduğunu biliyordum.

"Çoğunu turistler alıyor" dedi yaşlıca olan.

Ardından ekledi: "Arada da sahiden çobanlık yapanlar da çıkıyor. Ama onlar da daha çok hava olsun diye alırlar."

Birkaç kare fotoğraf da içeride çektim izin isteyip.

Soğuk havaya karşın ter içinde çalışanın fotoğrafını çekmeye yüzüm tutmadı.

En azından bir keçe kepenek de ben alsaydım o zaman onun resmini çekmeye hakkım olurdu diye düşündüm.

Alamadım! Ne yapayım, kişisel bütçemde bu iş ayrılmış bir "fasıl" yoktu.

* * *

Sonradan araştırdığımda, buradaki keçecilerin sayılarının bir elin parmaklarından daha az olduğunu öğrendim. Cesaret edip o zaman soramamıştım; "kaç kişi kaldıklarını"; alacağım yanıttan korktuğum için.

Modern yaşamın ve değişen değerlerin neden olduğu bu "tükeniş"te herkes gibi benim de payım olduğunu düşündüm. Ben de bu dönemde yaşıyor; onlar için bir şey yapmıyordum.

Onları orada öyle boyunları koparılmış cesetler gibi sallanırken görmesem belki benim de aklıma gelmeyecekti; keçecilik, ondan yapılan kepenekler...

Özel olarak ilgilenmekten vazgeçtim, belki farkına bile varmayacaktım. Tıpkı Sandıklı'da varmadığım gibi. Oysa Keçecilik işinde adı sayılan yerlerden birisi de orasıymış.

* * *

Bunları yazarken tiyatro yaptığım sıralarda, bir oyundan aklımdan kalan "açlık çok kötü bir şey be abi" repliği aklıma geldi ilkin. Sonra da sevgili Mahmut Ortakaya'nın "İşini yitiren aç kalır. Aç olan da önce onurunu yitirir" sözleri. Sonra ülkenin, insanın, dünyanın bugünkü hali.

Tanesi 90-100 YTL'ye satılan bu kepeneklerden günde ancak, o da belki bir tane satan bir usta, yanındaki çırağı, ikisinin eline bakan 3-5 kişinin boğazı, el sanatlarının yaşamasına ne kadar yetiyordu ki acaba?

Yazıyı yazarken internette bir tarama yaptım. Keçecilik ve keçecilere dair. Afyon'da 19 yy sonlarında, yaklaşık 150 keçeci dükkanı varmış. 1920'li yıllarda 50 keçeci esnafı olduğunu, 1933 yılında ise esnaf cemiyetine 12 keçecinin kaydının bulunduğunu, 1966'da 20-25, 1982'de ise 24 keçeci dükkanının çalıştığını öğrendim.

Şimdi daha çok turistlere satış yapan 3-4 dükkanda çalışan keçecilerin on yıla varmadan tümüyle ortadan kalkacağını söylemek her halde kehanet sayılmamalı.

* * *

Sonra yünün keçe haline gelmesi için yapılanları bir daha düşündüm. Bilmediğim yanlarını bu konuyla ilgili siteleri dolaşarak öğrendim.

Bu keçeleri eski ustaların, ya da onların çıraklarının yapmalarını beklemek; üstelik teknolojinin olanaklarıyla bu iş çok daha kolay, çok daha az emekle üretilmesi mümkünken gerçekten doğru mudur diye düşündüm uzun uzun.

Makinede üretilenin fiyatıyla, elde üretilenin rekabet etmesini istemek büyük bir haksızlık değil midir? Emeğin en yüce değer olduğunu söyleyenler acaba bu konuda ne diyorlar, ne yapıyorlar; onları düşündüm. Bu durumun farkına varmak insanın içini acıtıyor açıkçası.

Ama bir değerin yitip gittiğini, kaybolduğunu görmek de bir o kadar acı veriyor insana!

Kırk katır mı kırk satır mı? Seç beğen birisini. Seçemiyorum.

* * *

Yıllar önce Buldan'da bir eski evin girişinde kurduğu "yer tornasında" ağaçtan havan, beşik ve çeşitli oyuncaklar yapan 80 yaşındaki ihtiyar bir tahta ustasının söylediği "bu işi yapan kimse kalmadı evlat, ben ölünce bu sanat ölecek" sözleri ve onları söylerken gözünden dökülen gözyaşları da aklıma geldi, bunları yazarken. O ihtiyarı düşündüm bir de. Sanatını eğer kimseye öğretmeden öldüyse mutlaka gözleri açık gitmiştir.

Tıpkı son Ubıh'ın konuşacağı kimsenin kalmaması nedeniyle 15 yıl hiç konuşmadan yaşaması ve sonunda onun ölümüyle birlikte bir "soy"un, bir "dil"in, bir "söz"ün, bir "kültür"ün ortadan kalkması gibi...

Neredeyse parmakla sayılacak kadar azalan "el sanatları"nın en azından bir toplumsal bellek olarak muhafaza edilmesi, günümüzde çok mu zor ya da olanaksız sizce.

Yiten her şeyde hepimizin payı var bence.

Eğer yiten şeyler birilerine bir şeylere zarar veriyorlarsa "yitsinler".

Ama onların yitmesinden bugün ya da yarın biz zarar göreceksek o zaman hepimiz onların yitmemesi, bir değer olarak varlıklarını sürdürmeleri için hep birlikte bir şeyler yapmalıyız.

1940'lar Almanya'sında anlatılan öyküdeki gibi söyleyeyim "günün birinde yitme sırası bize geldiğinde bunun farkında olacak kimse kalmayacak!..."

O zaman "o güzel insanlar o güzel atlara bindiler gittiler" diyecek kimse de olmayacak...

01/12/2007

24 Kasım 2007 Cumartesi

"Umut Çeşmesi"nden akan su umudumu çoğaltıyor

Barış istiyoruz, savaşmak istemiyoruz, savaş ölüm getiriyor, oysa biz yaşamak istiyoruz...

PUSLU bir pazartesi gününün sabahında, denizin kenarında uyanıp, "geleceğim, geliyorum" diyen yağmura, Antalya'dan çıkıp Korkuteli'ne doğru Torosları tırmanırken yakalandım.

Olsun! Kaloriferi yanıyor. Arabanın içi sıcak. Ben iyi giyimliyim. Üşümüyorum. Ama yalnız "soğuktan üşünmüyor ki!"

Çünkü soğuğu kıran yalnız "ısı" değil. Bir de "insan sıcağı" gerekli.

Onu Tahtalıbeli'ni, sonra da Korkuteli'nin geçip görüntüyü tüm ihtişamıyla "yayla"lar doldururken, bir mola yerinde buluyorum.

* * *

Oranın adı "umut çeşmesi".

"Yol'cu"yu park ederken tabelayı okuyorum ve "Ne çok gereksinmemiz var bu günlerde �muda' " diye düşünüyorum!

Gerçekten de öyle:

Var olmak için en önemli gereksinmemiz bu. Hem kişisel, hem toplumsal, hem de ülke ve dünya olarak "umuda gereksinmemiz" var.

Her birimizin ya da hepimizin umut ettiği şey farklı... Önceliği farklı...

Ama say denilse şunlarda buluşabilir herkes.

Küresel ısınmanın sonucu ortaya çıkan, şu sıralarda yaşadığımız seller ve benzeri afetlerle karşılaşmamayı "umut edenler" var...

İçinde yaşadığımız ve her gün daha hızla kirletip tükettiğimiz doğanın varlığını sürdürmesini "umut edenler" var...

Çok yakında olacağı söylenen büyük bir depremin yaşanmamasını "umut edenler" var...

İnsanın varlığını ortadan kaldıracak dereceye varan ekonomik ve sosyal düzenlemelerin durmasını "umut edenler" var...

Ama en çok da coğrafya olarak hemen dibimizde, hatta içimizde; zaman olarak ise hemen yakınımızda, belki yarın çıkacak bir çatışmanın yaşanmamasını "umut edenler" var.

* * *

Tüm insanlığın dostça, kardeşçe ve barış içinde yaşaması için gereksinmemiz var bu "son" umuda...

En çok kadınlar, analar, eşler, sevgililer, kız kardeşler, kız çocuklar "umut ediyor"lar, dillendiriyorlar bunu. En çok onların sesi çıkıyor...

Erkeklerin bir çoğu aynı umudu içlerinde duysalar da daha az ve daha kısık sesle ifade ediyorlar ne yazık ki...

Hatta bazıları "ölümleri kutsuyor, yüceltiyor"...

Oysa ölenler geri gelmiyor... Oysa ölümler barışı değil savaşa çağrı yapıyor... Oysa "göze göz" körleştiriyor insanlığı... Barışı ve barış umudunu görmeyi engelliyor...

* * *

Boş bir umut değil bu. Olanı biteni görmekten, olacağı tahmin etmekten kaynaklanan bilinçli bir istemin ifadesi...

Duyan var mıdır, duyanlar hep birlikte ifade ederek talep ederler mi bilmiyorum.

Ama benim de tek isteğim bu...

İşte itiraf ediyorum: Çünkü "korkuyorum"...

İnsanların ve insanlığın "yok" olmasından korkuyorum...

* * *

İşte bu minvalde bir sohbetin kapısı, önce sıcak bir çay ve ardından bir "merhaba" ile başlıyor oradakilerle...

Onlara söylediğimi bir de burada söyleyeyim: "Merhaba"nın anlamı "benden sana zarar gelmez!"

"Bak ellerimi uzatıyorum sana, tut, yokla; elimde bir silah, sana zarar verecek bir şey yok" anlamına gelen tokalaşma şeklinde bir temasla sürüyor "merhaba".

Artık "dostuz". Artık "aramızda, savaş, birbirimize yönelik bir kötülük olamaz" diyoruz oradakilerle birbirimizin ellerini tutup sıkarak.

Sohbetin devamı "umut çeşmesi"nin olan bu pınardan akan "soğuk" suyu üzerine. Adının neden "umut çeşmesi" olduğu üzerine... Öğreniyorum.

Dediğim gibi herkesin umudu farklı... Bu çeşmeye bu adı koyanlarınki de farklı... Benim aklıma gelenlere benzemiyor.

Ama onların umudunun öyle olması benim umutlarımın böyle olmasını engellemiyor.

* * *

Dağın böğründen neredeyse fışkırarak akan, "umut çeşmesi"nin soğuk suyuyla yüzümü yıkıyorum.

Bıçak kesiği gibi yanıyor ellerim yüzüm.

"Umut etmenin de bir bedeli var!"

Olsun.

Kana kana içiyorum. Çünkü "umudun çoğalmasını, güçlenmesini" istiyorum.

İçmekle kalmıyor, arabadaki kapları da dolduruyorum.

Dağıtacağım onları herkese.

Yayacağım. Herkese birer bardak verip içireceğim.

Kendi umudumu anlatacağım.

Aynı umutta birleşmeyi isteyeceğim onlardan.

Çünkü "umudun bitmemesi" gerekiyor.

Çünkü "umut eden"lerin çoğalması ve güçlenmesi gerekiyor.

24/11/2007

23 Kasım 2007 Cuma

Bıraktığım yerden "devam"

Puslu bir pazartesi gününün sabahında, denizin kenarında uyanıp, "geleceğim, geliyorum" diyen yağmura, Antalya'dan çıkıp Korkuteli'ne doğru tırmanırken yakalanmak.

Olsun!

Kaloriferi yanıyor. Arabanın içi sıcak. Ben iyi giyimliyim. Üşümüyorum.

Ama yalnız "soğuktan üşünmüyor ki!"

Önce Tahtalıbeli'ni, sonra Korkuteli'nin geçip görüntüyü tüm ihtişamıyla "yayla"lar doldururken, bir mola yerinde duruyorum.

Adı "umut çeşmesi".

Ne çok gereksinmemiz var bu günlerde "umuda!"

Önce sıcak bir çay ve "merhaba" ile başlıyor mola. Sonra adı "umut çeşmesi" olan bu pınardan akan "soğuk" suyu çayın üzerine içiyorum. İçmekle kalmıyor, kaplarımı da dolduruyorum. Çünkü "umudun bitmemesi" gerekiyor.

Denizli'ye doğru ilerlerken Çavdır yolunda "Çomaklıbel Geçidi"nin yükseklik tabelası 1460'ı gösteriyor.

Yağmur aralıklarla sürüyor. Çavdır'da web sayfamı güncellemem, bunun için bir internet kafe arıyorum, yağmurun altında. Buluyorum. Ama kafenin bilgisayarına taktığım taşınır diskimle güncellemeyi yapamıyorum.
Fırından yeni çıkmış bir sıcak ekmek alıp yola devam ediyorum.

Zaman öğleni geçiyor ve yavaş yavaş akşama dönüyor. Yağmur kısa bir ara veriyor. Acıpayam'ın kenarından geçiyorum. Serinhisar'ın çarşısından geçerken yine hızlanıyor. Ama bir uçtan bir uca bu eski ilçeyi geçerken gözlerimle "serin hisar"ın nerede olduğunu arıyor ama göremiyorum. Sonra bir iniş başlıyor. Tavas yol ayrımından Denizli'ye doğru sapıyorum.

Denizli'de yine il merkezinin ortasından geçen caddeyi bir uçtan bir uca geçiyor, bir tur attıktan sonra ara sokaklardan sanki bilirmişim gibi belediyenin arkasında 24 saat açık bir otopark buluyorum. Otoparkın bekçisine "birkaç gün kalacağım" diyorum. Anlaşıyoruz. Arabayı bırakıyorum.

İlk iş web sayfası, sonra da bilgi toplamak ve mesajlaşmak. Hepsini yapıyorum. Bir rastlantı; Ticaret Odası'nın alt katındaki sergi salonunda Denizlili muhabir Muhammet Karaçay'ın, mesleğinin 25. Yılı nedeniyle açtığı bir “Haber Fotoğrafları Sergisi” var. Onun açılışından biraz önce orayı buluyorum. Bir göz atıyorum. Karaçay'la "merhabalaşıp" kokteyl faslına kalmadan birkaç fotoğraf çekip çıkıyorum. Bu rastlantı sonradan Bizim gazete'de bir habere dönüşüyor.

Denizli'deki programım iyi başlıyor. Önceden programladığım ziyaretlerimi yapıyorum. Bir dolu arkadaş ve dostla buluşuyor, konuşuyor, dertleşiyorum. Çünkü o sırada "11. Ulusal Halk Sağlığı Kongresi" sürüyor. Biraz bilgi tazelemesi, biraz sağlık politikası, çokça da "ne olacak bu memleketin hali" muhabbeti.
Ne yapalım; "olmazsa olmaz" olacak. Oluyor.

Ama güzel buluşmalar, tanışmalar, geleceğe yönelik işlere "kapı açan" programlar da gerçekleşiyor. Çünkü bu yolculuk çok amaçlı bir yolculuk. Daha bitmedi, devamı var.

Denizli'de "Hasta Hakları Örgütlenmesi" için bağlantılar tamam ama somut ürün o hafta içinde çıkmıyor. Bazı engeller, bazı kaygılar var. Daha doğrusu ilgilisi olanlar henüz hazır değil. Erteliyoruz.

Kongre de bitince orada kalmanın anlamı kalmıyor.
Cuma öğleden sonra "Yol'cu" yeniden yola düşüyor.
Denizli'den sonra Bozkurt ve Çardak'tan geçiyorum sırayla. İkincisi "Acıgöl"ün kenarında. Gölün "aynası" parlıyor ama artık suları çekilmiş. Bir çorak ova gibi görünüyor hemen yolun sağında. Devam ediyorum. Dazkırı'yı, Evciler Sapağını geçip akşam olmadan Dinar'a varıyorum.

Daha önce burada bir gece kalmıştım. Bir kaplıca vardı. Onu arıyorum. Bulamıyorum. Soruyorum; "Yok" diyorlar. Sandıklı'ya gitmek gerekiyor. yaklaşık 50 km.. Havanın kararmasına daha bir saat var. "Rahat rahat giderim" diyorum. Gidemiyorum. Çünkü yol yapımı var ve araçlara kontollü olarak yol veriliyor. Akşam geceye dönüyor. Gece araba kullanmak istemiyorum. Yolun tam kesildiği yerde bir kamyoncu konağı var. Yaklaşık 100 metre ter yoldan gidiyor arabayı oraya çekiyor, mola yerinin sahibine "burada kalacağım" diyorum. "Başım gözüm üstüne" diyor. "Elektrik istiyorum" diyorum. "Olur" diyor. Veriyor. Hanımının yaptığı gözlemeden yiyorum. İki büyük bardak çay içiyorum. Dışarısı artık soğuk ama elektrik olduğu için artık arabanın içi sıcak. Okuyor, yazıyorum.

Sabah erken kalkıyorum. Yol boş, yaklaşık yarım saatte Sandıklı'nın kaplıcalarında oluyorum. Sıcak kaplıcada bir sabah keyfi yapıyorum. Sonra önündeki parkta oturup gazeteye göz atıyor ve sıcak çayımı yudumluyorum. Belediye iyi bakmış, çevreyi güzel düzenlemiş. "Yol'cu"nun belleğine bir işaret koyuyorum.

Sonra kaplıcadan çıkıp Sandıklı'nın içinde küçük bir tur ve internet ziyareti yapıyorum. Arabamda yemeğimi yiyor yola devam ediyorum. Hedef Afyon. Çok sürmüyor. Saat 14.00 sularında oradayım. Burada bir "hekimi"n izini süreceğim. İzi buluyor ve bilgiyi alıyorum. Bu çalışma da BİA'da bir yazıya konu oluyor: "Dr. Mehmet Sadettin Aygen'i tanıyor musunuz?"

Çalışmadan sonra Afyon'un merkezinde turluyorum. Bir birayı hak ettim. Ama o ne; Afyon Merkez'de bir "Birahane" yok. Erteliyorum bu isteği ama bir "mim" de buraya koyuyorum. AKP'li Belediye Başkanı'na bu "mim" daha çok.

Geceyi bir sazlı sözlü ama içkisiz kafede ve ardından PTT'nin arkasındaki otoparka park ettiğim arabamda geçiriyorum.

Sabahında önce Afyon'un girişindeki alışveriş merkezlerinde geçiriyor, yola sonra düşüyorum. Bu arada arabanın yağına takviye yapıyorum.

Hedef Afyon'un "Çay" ilçesi. Bir sözüm var; şimdi burada kaymakamlık yapan Bozcaada'nın eski kaymakamı Bilal Bozdemir'e: "Bir 'Çay'ını içeceğim". İçiyorum. Sonra Eber Gölü'ne gidiyorum. Göl kaybolmuş. Çoğlığı kalmış yalnız. O da bir yazıya konu oluyor: "Yok olan bir gölün feryadını duyar mısınız?"

Gölü bulamadık, size onarılmış eski evleriyle bir eski "kasaba" göstereyim diyor Bolvadin. Hoşuma gidiyor. Bol bol fotoğraf çekiyorum. Akşam yine internet kafede başlıyor, belediye otoparkındaki arabanın içinde geceye kavuşuyor. Havanın soğukluğu çoğalıyor, hemen çözümler üretiyorum. Soğuk yok!

Ertesi gün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı. Erken kalkıyorum ama Bolvadin'de "bayram"dan yana bir ses seda yok. Belki daha sonra olacak tören.

"Yol'cu" yolunda gerek. İstikamet Polatlı. Emirdağ'da epeydir kirlenen arabama temizleniyor. Sivrihisar'da bir küçük tur atıyor ve akşam olmadan Kral Midas'ın mezarı olduğu iddia edilen İskender'in düğümüğ çözdüğü Gordion'daki Kral Mezarı'nı bir kez daha görüyor ve bu kez "dijital makineyle" fotoğraflıyorum.

Polatlı hemen hiç belleğimde kalmamış. Bir küçük tur ve bu kez, Polatlı garının önündeki parka arabayı bırakıyorum. Bu akşam kendime "ziyafet" sözüm var. Bir meyhanede kendime rakı ısmarlıyorum. Mezeler her zamanki gibi. Arabaya geçmeden yine bir internet kafede mesajlara göz atıyorum.

İnternet önemli çünkü işleri ve yapacaklarımı onunla planlıyor, hazırlıkları onunla yapıyorum. Benden beklenen bir çok şeyi de onun aracılığıyla çözümlüyorum. "Keşke arabada olabilseydi" diyorum, her defasında. Ama maliyeti çok yüksek. Bir destek bulana kadar "internet kafeler" mekanım olmayı sürdürecek.

Ertesi gün rahatım. Saat 11'e doğru Polatlı'dan çıkıp öğlene doğru Ankara'ya varıyorum. Arabayı Maltepe'de bir otoparka bırakıyorum. 4 günlüğüne anlaşıyorum.

Sonra Ankara'da "Güz Fest"in müdavimi oluyorum. Ankapol sinemasında güzel filmler var. İki gün üstüste filmleri izliyorum. "Paris'te 2 Gün" çok güzel. Costa Gavras'ın "İtiraf"ı bir harika. Sonra bir güney amerikan filmi; "Satılık Aşk". O arada Fatih Akın'ın "Yaşamın Kıyısında" filmi de en azından "benim festivalimin" filmlerinden birisi oluyor.

Yalnız filmler yok tabi bu Ankara ziyaretinde. Ankara Barosu ve Ankara Hukuk Fakültesi'nin ortaklaşa düzenlediği "Sağlık Hukuku Kurultayı" var. İlk günün tamamını, ikinci günün ise yarısını izliyorum. Söylenecek, yazacak çok şey var. Sonraya bırakıyorum.

O arada bir akşam üzeri SSPS-OCU Oluşum Derneği'nden Ozan'ın annesi Gülsüm Çakır Özümok ve Seval'le buluşuyorum. Ozan üzerine, sağlık ortamı üzerine, hasta haklarıyla ilgili örgütlenmeler üzerine, insanlar ve insanlık üzerine, yaşam ve yaşamak üzerine uzun bir sohbet ediyoruz.

Ve 3-4 Kasım Cumartesi-Pazar Toplum Gönüllüleri'nin bir Konferansı var. Oraya çağrılıyım. "Üniversite Gençliği ve Sosyal Haklar Konferansı" iki gün sürüyor. İlk günü aynı zamanda Ankara'da "barış mitingi" var. İstanbul'dan ve diğer illerden gelen arkadaşlarla görüşme fırsatı doğuyor. Eskiden üyesi olduğum SES Bakırköy'den arkadaşlarımla uzun bir aradan sonra birlikte olmak çok güzel. Onları görünce seviniyorum.

Konferans pazar akşamı bitiyor. Sabahında yola düşüyorum. Bu kez geri gi,deceğim. Yüzümü batıya dönüyorum. Polatlı ve Sivrihisar'dan geçip akşama doğru Eskişehir'e varıyorum.

Burada iki etkinliği planlayacağım ve hazırlıklarını tamamlayacağım. Derneğin üye ve aktivistlerinden Av. Çiğdem bir çok işi üstleniyor.
Birlikte odaya gidiyoruz. Programı yapıyoruz. Aslında bir Hukukçu olan Barış Günaydın, Anadolu Ün. İletişim Fakültesi'nde yüksek lisans yapıyor. "Sağlık ve medya" toplantısının düzenlenmesi yanında, okulundaki habercilik dersi için bir program yapıyor. Hafta içinde perşembe günü 40 genç gazeteciye "sağlık haberciliği" anlatıyorum. Eskişehir Sağlık Hakkı ve Hasta Hakları Örügütlenmesi için, Sağlık Müdürlüğü'nde, SES'te ve diğer ilişkili kişilerle görüşüyor, programı ve hazırlıklarını tamamlıyoruz. Toplantılar bir sonraki hafta sonu olacak.

O zamana kadar sonraki faaliyet alanı olan Manisa'ya gitmeye karar veriyorum. Perşembe günü İletişim Fakültesi'ndeki dersten sonra, Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü'nün restoranında hep birlikte yediğimiz öğlen yemeğinden sonra yola çıkıyorum.

Kütahya'ya girmeden devam ediyorum ve akşamı Çavdarhisar'da yapıyorum. Gece benzinciden aldığım elektrikle arabada geçiyor.

Cuma sabahı antik kent "Aizoni"yi fotoğraflayıp saat 15'de Manisa'da oluyorum.

Manisa SES'teki küçük toplantıyla hafta içinde yapacağımız temasları programlıyoruz, buradaki aktivistimiz SES eski yönetcisici Zeynel'le. Konaklama mekanım ise "Barış Alanı". Çok harika bir site. "Mustafa Pala'nın Eseri" diyebilirim. Elektriğim var. Kablosuz internetim var. Ortalık fırtına ve yağmurdan yıkılıyor ama bana değmiyor. Yaşam güzel. "Yol'cu"nun yolculuğu örgütlenerek sürüyor.

10.11.2007 (22.37)

Bu notları yazdıktan sonra 10 gün geçmiş. Ama bunları "Yol'cu"nun sayfasına o zaman yerleştirememiştim. Çünkü işin "örgütlenme" aşamasında olan biteni de yazmak istemiştim.

O haftanın dört günü neredeyse öğlen 12'den başlayarak akşam geç saatlere kadar her saat başına verilen randevularla dolu dolu geçti. "Sağlık"la ilgili olan tüm örgütlere gittik. Sonra Manisa'da belirli bir örgütlenme deneyimi olan ve sağlık alanında da "hizmetten yararlanan" sıfatıyla taraf olan örgütlerin temsilcilerine ulaştık. Topluma doğrudan ulaşmak için de "yerel medya"yı ziyaret ettik. Üç ayrı koldan yapılan bu çalışma sonucunda genel olarak konunun sahiplenildiğini fark ettik. Aslında bu konuda daha önce Zeynel Kaplan'ın gerçekleştirdiği çalışmaların büyük yararı olduuğunu gördük.

Perşembe günü akşamına kadar yaptığımız temasların sonucunu sonraki salı günü almak üzere cuma sabahı Manisa'dan ayrıldım.

Bu kez "Yol'cu"yu almadan trenle gittim Eskişehir'e. 10 saatlik yavaş ama okuyarak geçen hoş bir yolculuk oldu. Hava güzeldi ve trenin güzergahı "doğayla içiçe"ydi. Gözün değdiği yerlerde egemen renk "yeşil", biraz da "kahverengi"ydi. Neredeyse köy istasyonlarında bile durarak Balıkesir-Kütahya üzerinden Eskişehir'e vardım.

Garda beni karşılayan Av. Çiğdem beni Anadolu Üniversitesi'nin Anadolu Oteli'ne götürdü.

Beş yıldızlı bir otel düzeyindeki bu otel aslında öğrencilerin hizmet verdiği bir uygulama oteliydi.

Hemen yakındaki "Taş bina" da güzel bir akşam yemeği, iki bardak bira ve sonrasında Hukuk Fakültesi'nin eski dekanı ve eşinin de katıldığı hoş bir sohbetle tamamlandı gece.

Ertesi günü Eskişehir'deki "Sağlık Hakkı ve Hasta Hakları Derneği" oluşumunun kuruluş toplantısını yaptık. Biraz hazırlık, biraz bekleme, biraz gecikmeyle yaklaşık 30 kişinin katıldığı güzel ve etkili bir toplantı oldu.

Sonunda bu şehirdeki örgütlenme etkinliğimizin "ilk aşaması"nı tamamlamış olduk. Kurucu üyeler belirlendi ve bürokratik işlemler için hazırlıklara başlandı.

Üzerimdeki yükün yarısı kalkmıştı. İkinci yarısı da "pazar" günü kalktı.

Sabah "Odunpazarı"ndaki eski evlerden birisinde Sevgili Eriş Bilaloğlu'nun da katılımıyla yaptığımız kahvaltının ardından saat 13.30'da Çağdaş Gazeteciler Derneği Başkanı Ahmet Abakay'ın ve Eskişehir'de hem derneğe hem de bu faaliyete katkıda bulunan aslında bir avukat olan ama "medya hukuku" konusunda kariyer yapan Sevgili Barış Günaydın'ın da katıldığı, başlangıcı kalabalık, sonrası biz bize bir panel gerçekleştirdik, "sağlık medyası" üzerine. En kalabalık olduğu anda sayımız yirmiyi biraz geçiyordu. Ardından yapılan güzel bir sohbetle noktalandı etkinlik. Haberleri ertesi günü yayın organlarında yer aldı.

O gece ben de yine trenle Manisa'ya doğru yeniden yola çıktım . Sabah saat 7'de trenden inip "Yol'cu"ya kavuştum. 2 Günlük ayrılıktan sonra evine kavuşmak gibiydi.

O gün ve sonraki gün yine birkaç ziyaret ve temas vardı. Salı günü akşamı Eğitim-Sen'in toplantı salonunda toplanan yine 30'a yakın insanın katıldığı bir toplantıyla Manisa'da da "Sağlık Hakkı ve Hasta Hakları Derneği"nin kuruluşu için ortak karara vardık ve çalışmalara başladık. Bunun sonucunun da düşündüğümüz gibi olması bizi sevindirdi. Son söz "herkese kolay gelsin ve yararlı olsun"du.

Evet birazdan "Yol'cu"yu yine bırakıp otobüsle İstanbul'a doğru yola çıkacağım. İstanbul'dan ayrılışımın üzerinden tam bir 45 gün geçti. İnsan yaşamında pek uzun olmayan bir süre belki. Ama içi dolu olunca sanki yıllar olmuş gibi geliyor.

Aslında yolculuk bitmiş değil. Çünkü önümüzdeki 15-20 gün içinde İstanbul'da ve Ankara'da planlanmış çeşitli etkinlikler söz konusu ve onlar beni bekliyor.

Geliyorum. Gidiyoruz.

21.11.2007 (09.00)

17 Kasım 2007 Cumartesi

Kimliği olan kentler, kimliği olan mekanlar...


Her şeye "Pahalıdır vardır hikmeti, ucuzdur vardır illeti" diyenlerin kendilerine biçtiği değer nasıl anlaşılır?

MİMARLAR ve belki de onlardan daha çok "Laz müteahhit"lerle, "Karadenizli inşaat kalfaları" kızacaklar bu sözlerime. Üstelik mimarların arasında çok yakınlarım da var. Ama kızsınlar. Çünkü ben de onlara kızıyorum ve onları anlamıyorum.

"Yol'cu"yla birlikte içinden geçtiğim her il ya da ilçe merkezinde hep aynı duyguyu yaşıyorum:

Geldiğim yeri, gittiğim güzergâhı bilmesem, vardığım her yerleşim yeri, en kenarındaki binalardan başlayarak baktığımda hep birbirine benziyor.

O anda zaman ve mekanla ilgili bağım kopuyor ve bir tür "şizofrenik" yarılma yaşıyorum. "Ben neredeyim ?", "Burası neresi ?", "Daha önce buraya geldim mi?" soruları yanıtlarını bulmakta zorlandığım sorular oluyor.


* * *

Bu ülkenin neredeyse tüm illerini, ilçelerinin büyük bir bölümünü gördüm ya da içinden geçtim. Dahası bazılarına birden fazla kez gittim. Ama gerçekten de en zorlandığım sorulardan birisi hep bu oluyor. Belleğimin zayıflığı ya da dikkatsizliğim değil bunun nedeni.

Gerçek neden önüne "çarpık" sıfatını koyup, sonra da üzerinde düşünmeden geçtiğimiz ve "kerhen" de olsa kabullendiğimiz "kentleşme" olgusu ve bu kentleşmenin ana unsuru olan binalar, yaşam alanlarımız, mekanlarımız.

Aslında onlara karşı bir sahiplik duygusu hissetmiyorum. Hisseden var mıdır diye de merak ediyorum.

* * *

Ne oldu, nasıl oldu da bu noktaya geldik?

Yaşamımızdaki unsurlara, hatta kendimize biçtiğimiz ve yalnızca "fiyat"la ya da "değer"le ilgili bir durum mu bu?

Yoksa kaçınılmaz bir zorunluluk mu? Küreselleşmenin yarattığı "tek tipleşme"ye ya da "post-modernliğe" sorumluluğu yıkıp açıklayabilir miyiz tüm bunları?

Ya da "başka türlü" olabileceğinin bilinmemesi mi, yani aslında bir tür "bilgisizlik" mi bu durumun kaynağı?

Bir çoklarının savunduğu gibi, "kültür" denilen içinde pek çok anlam ve unsur olan bir kavramla ifade ettiğimiz olgunun bizdeki görüntüsü, daha doğrudan bir deyişle "yerleşik kültüre geçmiş olmamızın çok geç olması" olabilir mi, bunların nedeni?

Daha derin düşünülse belki başka nedenler, olasılıklar da akla gelebilir.

Bir değil bir çok yanıtı var büyük olasılıkla ve benim kuramsal olarak çözümleyemeyeceğim bir konu ama, gezerken sürekli hissettiğim, "dolaştıkça" arasında kaybolduğum bir sorun.

* * *


Bu sorular aklıma son defa, geçen hafta "çığlığından söz ettiğim" Eber gölü'nün bulunduğu Afyon'un Çay ilçesine 12 Kilometre uzaklıktaki Bolvadin'de gördüğüm farklılıklar nedeniyle geldi.

O zaman da şu anda da bir daha düşündüm ama yine kesin bir yanıtını bulamadım. Bir de size sormak istiyorum.

Oradayken her zaman yaptığımı yaptım ve sorularla yanıtlarını sonraya bırakıp, çevremde gördüklerimi yaşamayı, belgelemeyi ve bundan aldığımı "keyif ve mutluluğu" duyumsamayı yeğledim.

Bolvadin'in ara sokaklarında gezerken birden yaklaşık 100 yıl öncesine gittim. O zaman oralarda dolaştığımı düşündüm. Farklı, ülkedeki başka bir yere benzemeyen, kendine özgülüğü, özgünlüğü olan bir yerde olduğum duygusu beni alıp götürdü.

Yoksulluk, olanaksızlık, belki bunlardan çok daha önde gelen "sahip olduğumuz değerlere önem vermeme" tutumu nedeniyle gördüklerimin çoğu oldukça "harap"tı.

Ama gördüklerim ne kadar harap olsa da onların içindeki "düşünceler, tutumlar, dersler, gösterilen özen ve estetik duygusu" kendisini ortaya koyuyordu. Üstelik de teknolojinin olanakları söz konusu olmadan, eldeki yetersiz ve nitelik olarak bir çok eksikliği olan malzemeyi en iyi şekilde kullanarak yapılmışlardı.

Mimarları, ustaları kimdi diye düşündüm. Başka benzerlerini aklıma getirdim. Geçtiğimiz günlerde Ahmet Altan'ın bir yazısında dile getirdiği şeyler o sırada benim de aklıma geldi. Acaba bunlar Anadolu'da bizim gibi bin küsur yıldır değil de ondan çok daha önceden beri yaşayanların ürettiği eserler miydi?

Aklıma geleni o evlerden birisinin önünde duran yaşlı bir kişiye sordum. "Hayır" dedi ve ardından "Buradaki en eski bina 150 yıllıktır olsa olsa" diyerek yanıtını sürdürdü.

O zaman 150 yıl önce bunları yapanlar şimdi neredeler, neden benzerlerini üretemiyorlar diye sordum içimden. Yanıtını bilemedim, bulamadım?

* * *

Bolvadin'in daracık sokaklarındaki eski evlerinin fotoğraflarını çekerken, muhtemelen ilkokula giden bir çocuk "Amca Atatürk Bolvadin'e gelince bu evde �e' kalmış" dedi. Ona "başkası da mı var" diye sorunca bir başka evi gösterip "burada da kalmış" dedi.

Atatürk kaç il ve ilçeye birden fazla gitmiştir onu bilmiyorum ama birden fazla defa geldiği yerde kalabileceği birden fazla mekanın varlığı dikkatimi çekti. Demek ki yalnız birkaç bina değildi. Dolaştıkça bu düşüncemi doğruladım. Bir çoğu yıkılmış ve yerlerine her yerde olanlara benzer binalar yapılsa da bu eski kasabanın tümü böyle evlerden oluşuyordu.

Ankara Kale içi, Bursa'nın eski sokakları, Safranbolu, Beypazarı, Ula, Milas gibi adı çok duyulan ve turistik gezilerin değişmez adresleri arasında yer alan yerler dışında da "özgünlüğü ve bir kimliği" olan yerler, beldeler vardı bu koca coğrafyada.

Onlar bir yerlerdeler. Teker teker zamana teslim olup yıkılırken attıkları "sessiz çığlıklarla" kendilerinin farkına varacak olan birilerini, yaşamın "Yol'cu"larını bekliyorlar. Onların aracılığı ve destekleriyle hem varlıklarını sürdürmek, hem de şimdi yapılanlar gibi değil de benzerlerinin yapılmasını ve çoğalmalarını bekliyorlardı.

* * *


Gördüklerim yaşadığımız "çarpık kentleşme"ye olan tepkimi arttırsa da "başka türlüsü de olabilir" düşüncemi destekleyip, kuvvetlendiriyor. Düşüncelerimi daha bir "inatla" savunuyorum.

Şu yaşıma kadar hiç bir bina projesi çizmedim, hatta nasıl olur diye üzerinde düşünmedim. Ama eğer bir gün bunu yapacak olsaydım, sanırım gözümün önüne şu anda her yerde gördüklerimizden farklı binlerce örnek gelirdi.

Bu çelişkiyi fark edince kendi kendime soruyorum: "Bu konuyla doğrudan ilgisi olmayan benim aklıma bile çok farklı şeyler gelirken, işi bu olanlar acaba bunları bilmiyor mu?"

O zaman "bilmemenin" dışında başka etkenlerin belirleyici olduğunu fark ediyor ve buna, bir yandan daha çok üzülüyor, bir yandan da kızgınlığım çoğalıyor.

Bu ülkede yaşayan insanlar olarak "buna layık mıyız" diye kendi kendime bir daha soruyorum.

Sonra yaşamın diğer kompartımanlarında yaşadıklarımız, karşılaştıklarımız ve başımıza gelenler aklıma geliyor. O zaman bir başka ortak yargıyı istemeden de olsa kabul etmek zorunda kalıyorum: "Bu dünyada herkes kendine layık olanı buluyor ne yazık ki!" O nedenle önce bizler değişmek zorundayız. En azından bu kadar kolay "zamana teslim olmamayı" öğrenmeliyiz.

17/11/2007

10 Kasım 2007 Cumartesi

"Yok olan" bir gölün feryadını duyar mısınız?

"Bu dünya yalnız bizim değil" sloganının gelecekte bir şey ifade etmeyeceğini bugünden görebilmek gerekiyor.


"YOL'CU"YLA birlikte Afyon'un Çay ilçesine 29 Ekim Bayramının bir gün öncesi ulaştım. Daha önce yaptığı Bozcaada Kaymakamlığı sırasında tanıştığım ve Çay'a atanmasından sonra uğrayıp bir "çay"ını içeceğime dair söz verdiğim Kaymakam Bilal Bozdemir'in tatil nedeniyle yerinde olmayacağını düşündüğümden önce bir internet kafeye gitip ona bir mesaj attım: Özür diledim ve çay alacağımı geleceğe bıraktığımı söyledim.

Kafeden çıkınca kaymakamlığın önünden geçerken makam arabasının orada olduğunu gördüm. Kapıdaki görevliye sorduğumda "yerinde" olduğunu söyledi. "Çay alacağımı tahsil etme" fırsatı doğduğunu fark edince doğrudan yanına gittim. Sevgili Bozdemir sözümü tutmama sevindiğini söyledi.

Oturduk biraz konuştuk. Henüz göreve yeni başladığını söyledi. Odasının duvarında kocaman ve ayrıntılı bir Çay ilçe haritası vardı. Ona gözüm takıldığında ülkeyi yıllardır dolaşmama karşın görmediğim yerlerden birisi olan Eber gölü'ne gözüm takıldı.

Uzun yıllar önce bu göle ilişkin tartışmaları anımsadım. Oradan söz ettim ve görmeye gideceğimi söyledim. Bilal Bozdemir kendisinin henüz gitmediğini söyledi. Kaymakamlıktan bir görevli yolu tarif ederken sözlerinden bir sürprizle karşılaşacağım duygusunu uyandırdı.

* * *

Canlıların yaşamı için su olmazsa olmaz unsurların başında geliyor. Hemen hemen tüm uygarlıklar mutlaka bir "suyun kenarında" ortaya çıkmış ve gelişmiş.

Sanırım insanın genlerinde de bununla ilgili bir şey var. Çünkü nerede olursa olsun, insanlar gezerken ya da yolculuk yaparken hep "su kenarlarını" ararlar, bulurlarsa oralarda konaklarlar.

"Yol'cu"nun bu yolculuğunda da benzer şeyler oldu. Ankara'dan çıktığımdan bu yana mümkün olduğunca hep bir su kenarına ulaşmaya ve konaklamaya gayret ettim.




Akşehir, Beyşehir Gölleri, Akdeniz, geçtiğim bir çok dere, çay kenarından sonra yeni hedefim Eber Gölü'ydü.

* * *


Gördüklerimi anlatmadan önce size internette yaptığım taramadan elde ettiğim kimi bilgileri paylaşayım. Vikipedi, ve bazı başka kaynaklardan topladığım bilgilere göre gölle ilgili şunları söyleyebilirim:

"Eber Gölü, Afyonkarahisar'ın Bolvadin ilçesinde bulunan göl Türkiye'nin 12.büyük gölüdür. En derin yeri 21 m'dir. Çöküntü gölüdür. Bu sebeple yıl içerisinde yüzölçümü farklılık gösterir. Ortalama 150 km2'lik bir alandan oluşuyor. Akarçay ve Sultandağlarından gelen kaynak suları ile beslenen gölde daha önce en düşük su seviyesi Ekim 1991 de görülmüş ve göl alanı 62 km2 ye kadar düşmüş. En yüksek su seviyesi ise Mayıs 1969'da görülmüş ve o zaman göl alanı 164.5 km2 ye ulaşmış. Çok büyük bir göl olmasına rağmen üzerinde bulunan kamışlardan dolayı büyük kısmı göl değil de çayırlık gibi görülür. Özellikle avcıların uğrak yeridir.

Üzerinde yüzlerce yüzen adacık bulunur. Bu adacıklara kopak denir. Kopaklar kalınlaşan kamış köklerinin topraktan ayrılarak üzerine zamanla rüzgarın etkisiyle toprak birikmesiyle meydana gelir. Bazı kopaklar o kadar büyüktür ki üzerlerinde balıkçı ve kamışçıların geçici evleri bile bulunur.

Göl eski zamanlarda Akşehir gölü ile büyük tek bir göl halindeydi. Fakat zamanla su kaynaklarının azalması ile Akşehir Gölü Eber gölünden ayrılarak ayrı bir göl oluşturdu. Halen Eber gölü bir kanal vasıtasıyla Akşehir gölüne su aktarmaktadır.

Eber Gölü, bir zamanlar kuş cenneti görünümünde ve yüzeyinde su çiçekleriyle bezenmiş bir bahçe iken, bugün yanına yaklaşılmayacak kadar kirletilmiştir. Eber Gölü Afyon şehrinin atıkları, süt endüstrisi, şimdi kapatılmış olan Şeker ve Alkoloid Fabrikalarının atıklarıyla kirletilmiş.

Günümüzde küresel ısınmanın etkisiyle ve özellikle su kaynaklarının bilinçsiz kullanılmasıyla göl küçülmeye başlamıştır. Bu nedenle Akşehir Gölüne su aktarılamamış bu da Akşehir Gölünün sularının çekilmesine sebep olmuştur. Bu nedenle Türkiye'nin en güzel göllerinden biri olan göl yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.

Bilinçsizce yapılan barajlar ve çiftçilerin sulama amacıyla kullandıkları dalgıç pompa'lar gölün hem yerüstü hem yeraltı sulama kaynaklarını neredeyse sıfıra indirmişlerdir.

Eber Gölü, Konya Kültür ve Tabiat Varlıkların Koruma Kurulunun 22.6.1992 gün ve 1359 sayılı kararıyla "1.Derece Tabiat Sit Alanı" ilân edilmiştir."

Herhalde rehberlerde ve yazılı kaynaklarda bunların daha da cezbedici bir anlatımla, ayrıntılı ve güzel resimlerle süslenmiş resimler eşliğinde okumak mümkündür.

* * *

Peki tüm bunlar gerçek mi?

Hemen söyleyeyim ki artık daha önce bir kez suyunun kıyısına kadar ulaştığım Akşehir gölü gibi, suları çok çekilen Beyşehir gölü gibi, Eber Gölü'nde de "su yok".

Kaymakamın yanından ayrıldıktan sonra nasıl ulaşacağımı bir de göle yaklaştığımda sorduğum gölün üzerinde "Yol'cu"yla dolaştım.



Gördüğüm yukarıdaki fotoğraftan sizlerin de fark edeceğiniz gibi büyükbaş hayvanların otladığı koca bir çayırlıktı. Dönüş yolunda yolun kenarında batan akşam güneşinin çarpmasıyla parıldayan ve bundan da orada su olduğunu çıkardığım bir küçük bir alan dışında burada göl filan kalmamıştı.

İnternette yaptığım taramada gördüğüm bu yıla ait bazı haberlerde "Kuşlar artık gelmiyor, balıklar öldü, kıyısında inekler dolaşıyor" deniyordu.

* * *

Hayvanlarını otlatan, eskiden bu gölde balıkçılık yapan çobanlar da benim gördüğümü bana söylediler: "Artık Eber Gölü yok!"

Gölde atıklarla oluşan kirliliği arıtmak için atılan bir özel cins balık gölün eskiden var olan balıklarını kuruttuğundan beri zaten gölde balıkçılık yapamadıklarını söylediler. Suyun kenarına oluşan bataklıklar nedeniyle artık yaklaşmanın olanaksız olduğunu, varılan yerlerde ise kokudan durulamadığını eklediler.

Okuduğum haberlerde de onların söylediklerini resmi kaynaklardan teyid edildiğini gördüm. Bu yılki verilere göre Devlet Su İşleri 18. Bölge Müdürlüğü önceden 215 bin metreküp su hacmi olan Eber Gölü'nde ağustos ayında sadece 5 bin 648 metreküp su bulunduğunu söylemiş.

* * *


Yine internette Ankara Üniv. Müh. Fak. Jeoloji Mühendisliği Bölümü Başkanı ve Jeolojik Mirası Koruma Derneği Başkanı Prof. Dr. Nizamettin Kazancı'nın kendi bloğunda yazdıklarını okudum.

Yazısında Akşehir ve Eber gölleriyle ilgili bazı bilimsel gerçekleri ortaya koyan Kazancı "Göllerin doğuş, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemleri" olduğunu ileri sürüyor ve son yüz yıl içinde tüm Türkiye'deki göllerin küçüldüğünü veya kuruduğunu belirtiyor.

1970 sonrası hızla artan sulu tarımın su ihtiyacı nedeniyle, göllerden ve yakınlarındaki yerlere açılan kuyulardan çekilen suların göllerin su düzeylerini düşürdüğünü, bundaki en önemli nedenin "yer altı sularının düzeyinin azalması" olduğunu ortaya koyuyor.

Sonuç şu: Eber Gölü artık yok. Peki bundan çıkarılacak ders ne?

Yeryüzündeki hiç bir şey yalnız bize ait değil. Doğaya ne yapacaksak hep gelecekte ne olacağını düşünerek yapmalıyız.

Küresel ısınmanın herkes tarafından kabul edilen istenmeyen sonuçlarının oluşmaması için herkese sorumluluk düşüyor ve herkesin yapması gereken pek çok şey var. Sonrasında "ahlanıp vahlanmamak" için çevremizde ne olduğunu ve buna ne kadar kendimizin yol açtığını anlamamız ve bunun için en azından doğru çözümleri uygulamamamız, yapabileceğimiz her türlü katkıyı sunmamız gerekiyor.

Çünkü "Bu dünya yalnız bizim değil". Ama bu sözün anlamını çok uzak olmayan bir dönemde yitirebileceğini iddia etmek de mümkün. Her şey "insan soyuna" onu yakın çıkarı için egemenliği altına almış "küresel kapitalizm"e bağlı.

10/11/2007

3 Kasım 2007 Cumartesi

"Dr. Mehmet Sadettin Aygen"i kim tanıyor?


Varlığından Bozcaada'da haberdar olduğum Dr. Mehmet Sadettin Aygen'in izini Afyon'da sürerken daha önce hiç bilmediğim bir gazeteci, araştırmacı, hekimi tanıdım.


"YOL'CU"NUN yolculuğu ve bu yolculuğu sırasında yerlere, insanlara, olaylara, olgulara ve onların ardındakilere yönelik yaptığı keşifleri sürüyor. Ben de sizlere onları anlatmayı sürdürüyorum. Bu hafta sizlere, daha Bozcaada'dayken adına bir "mim" koyduğum Mehmet Sadettin Aygen'i anlatacağım. Onun izini Afyon'da sürerken önce kitaplarını yayınladığı "Türkeli Matbaası"na gitmeyi planlamıştım. Oraya gidince "matbaadan öte bir yerel gazete"buldum: Adı "Türkeli Gazetesi"

Gazeteyi Dr. M.Sadettin Aygen'den devralan, şimdiki sahibi Hakkı Özsoy ve gazetenin eskiden beri yazarları arasında yer alan ve Aygen'le birlikte uzun yıllar birlikte çalışan emekli öğretmen Ahmet Tunca onu bana ayrıntılarıyla anlattılar.

Daha sonra onların anlattıklarından yola çıkarak Afyon Gedik Ahmet Paşa İl Halk Kütüphanesi'ne ulaştım. Çünkü onun yapıtlarının bir çoğu orada yer alıyordu.

29 Ekim bayramı öncesindeki son iş günü akşamı olması nedeniyle ancak göz atabildiğim kitaplardan öğrendiklerime hoş bir rastlantının da katkısı oldu. Dr. Aygen'i çocukluğunda bir hekim olarak tanıyan bir kütüphane çalışanıyla karşılaştım. Onun verdiği bilgiler de çok yararlı oldu.

* * *

Dr. Aygen'in önemsediğim yanlarından birisi de bir "hekim-gazeteci" olması. Bilenler biliyor; "sağlık medyası" da ilgi alanımda, "sağlıkçı medyacılar" da tabi!...

Dr. Aygen'in 5 Aralık 1951 tarihinde yayınlamaya başladığı "Türkeli" gazetesi bugün hâlâ yayında ve ülkemizin en eski gazetelerinden birisi durumunda.

Başlangıçta 15 günlük bir "dergi" olarak yayınlanan, Türkeli, 8 Kasım 1960 tarihinde başlığının altında yer alan ibareye göre "tarafsız siyasi gazete"ye dönüşmüş. Gazetenin o dönemdeki sahibi Hulusi Özerkan, yayın müdürü ise Doktor M. Saadettin Aygen'miş.

O dönemdeki teknolojik olanaklarla elle dizilen bir "tabloid" gazete olan Türkeli'yi, Dr. Aygen 15 Haziran 1987'ye kadar aralıksız yayınlamayı sürdürmüş. Bu tarihte de gazetesini şimdiki sahibi Hakkı Özsoy'a devretmiş.

Aynı yıl çok sevdiği ve çok hizmetler verdiği Afyon'dan ayrılarak İstanbul'a yerleşen Dr. Aygen tek oğlunu burada yitirdikten sonra geçirdiği bir inmeden sonra evine kapanarak eşi Meserret Hanım'la birlikte yaşamının son dönemini burada yaşamış.

5 Mayıs 1998'de vefat eden Dr. Aygen'in izini İstanbul'da da sürdürmeye söz veriyorum. Çünkü aynı yıllarda "tüm hekimlerin meslek örgütü olması gereken" tabip odasında bir gönüllü hekim olarak ben de vardım, çeşitli sorumluluklar üstlenmiştim, örneğin İstanbul Tabip Odası'nın yayın organı "Hekim Forumu"nun yayınına katkıda bulunmuştum, ama Dr. Aygen'i tanımıyordum.

Şimdi kendi kendime soruyorum:

"Neden o zaman Dr. Aygen'den haberimiz olmadı."

Sorumu başka bir soruyla sürdürüyorum:

"Acaba tabip odasının hâlâ farkında olmadığı başka �r.Aygen'ler var mı?"

* * *

Bu sözü verip Dr. Aygen'in Afyon'dan ayrılana kadar geçen zamandaki macerasına ilişkin bazı ipuçlarını sunayım. Açık söyleyeyim Dr. Aygen'in kısa biyografisi kitaplarının bazılarının arkasında yer alıyordu. Bunları oradan aldım.

Mehmet Sadettin Aygen 6 Mart 1922'de Çanakkale'nin Ezine ilçesinde doğmuş.

Babası Necati Aygen bir öğretmenmiş. Onun çocukluğuyla ilgili bilgileri "Bozcaada" kitabında okumuştum.

Bozcaada'daki "İstiklal İlkokulu"nda, adalı Rum çocuklarla birlikte, babasının sınıfına değil, okulun diğer öğretmeninin sınıfında öğrenim görmüş. Ardından ortaokulu Çanakkale Ortaokulu'nda, liseyi de Bursa Lisesi'nde bitirmiş.

Mehmet Sadettin Aygen 1940 yılında İstanbul Tıp Fakültesine girmiş ve 1945-46 döneminde mezun olmuş. (Eğer sağ olsaydı, bugün 60 yıllık bir hekim olarak aramızda olacaktı. Acaba ona da "50-60 yıllık hekimlere" verilen onur plaketlerinden birisi verilmiş midir?)

1947 yılında askerlik görevini yapmak üzere Afyonkarahisar'a gelen Dr. Aygen askerlik sonrası buraya yerleşmiş. Afyonlular "ısrarla aslen Afyonlu" olmadığını söylediler. Ama o belli ki Afyon'u çok sevmiş. Çünkü askerliği biter bitmez 1948 martında burada muayenehane açarak hekimlik yapmayı sürdürmüş.

Uzun yıllar serbest hekim olarak, kekemelemesi nedeniyle Afyonluların deyişiyle "pepe doktor" olarak hizmet etmiş.

Dr. Aygen Afyon kamuoyunda "fakir babası" olarak tanınırmış. Hastalarına bazen kendi yaptığı ilaçlardan verirmiş. Ona giden ve "iyi olmayan" hiç kimse olmazmış. Onun için herkes ona gidermiş. Hastaları ona "Afyonkarahisar'ın Lokman Hekimi" derlermiş.

Hastalarına çok az parayla, bazen para bile almadan bakmış. Çoğu zaman ilaçlarını kendisi vermiş. Başka doktorlara gidenler bile ona uğrayıp bir de onun değerlendirmesini alırlarmış. O nedenle orada çalışan bazı doktorlar onu, "hastadan az ya da hiç para almıyor, bizim hastalarımızı da muayene ediyor" diye, bir çok kereler tabip odasına ve maliyeye şikayet etmişler. Müfettişler ise muayenehanesine gelip durumu anlayınca "bir acı kahvesini içip" giderlermiş.

Dolayısıyla köylüsü, şehirlisi, çocuğu büyüğü, zengini, memuru, yoksuluyla tüm Afyonluların çok sevdikleri bir hekim olmuş.

Anlatılanlara göre Afyon'da görev yapan yöneticiler, kentin ileri gelenleri de onu çok sever sayarlar, kendilerinden birisi olarak görürlermiş. Çünkü herkesle iyi geçinirmiş.

* * *


Muayenehanesi eski Afyon Çarşısının en önemli caddesinde gazetenin az ilerisinde küçük ahşap bir binadaymış. İkinci kattaki odasına gitmek için bir dar koridordan geçilirmiş ve bu koridorda bir kişi ancak yengeç gibi "yan yan" yürüyerek ilerleyebilirmiş. Çünkü koridorun bir yanında yerden tavana kadar yığılı, araştırmaları için dünyanın dört bir yanından getirttiği kitapları dururmuş.

Aynı sıkışıklık muayene odasında da yaşanırmış. Muayene için bir hasta içeri girince içerdekiler çıkmak zorunda kalırlarmış. Çünkü orası da kitaplarla doluymuş ve kendi koltuğundan başka yalnız bir kişinin oturacağı bir sandalye bulunurmuş.

Dr. Aygen kitaplarının hemen hepsini Afyon'dan ayrılırken söz ettiğim il halk kütüphanesine bırakmış. Kütüphanedeki memure hanım, kitapların kaydını kendisinin yaptığını ve çok fazla olduğunu ve depoda ayrı bir bölümde muhafaza edildiğini söyledi.

* * *


Dr. Aygen'in yine nereden kaynaklandığını bilemediğimiz yazarlığı daha tıp fakültesini bitirdiği yıllarda başlamış. Kendi yazdığı biyografisinde de ifade ettiği gibi, uzmanı olmamasına karşın 1946 yılında ilk kitabını, "dermatoloji" yani deri hastalıkların alanında bir bilimsel kitap olarak yazmış. Bu kitaptan uzmanlık alanı dermatoloji olan birisi olarak da haberim yok.

Çok değil 3,5 yıl sonra kurduğu Türkeli Matbaasıyla dergi ve gazete yayıncılığına başlamış. Bu matbaada çoğu kendisinin yaptığı araştırmalardan ve Afyon'un çeşitli özelliklerini anlatan kitaplar hazırlayıp yayınlamış.

Onun kendi başına ve başka bazı dostlarıyla yazdıkları kitapları arasında şunlar var:

1973'de "Afyonkarahisar Camileri", 1979'de "Afyonkarahisar Kaplıcaları ve Maden Suları" -bu kitap uzmanları tarafından bugün de önemli bir kaynak kitap olarak kabul ediliyor-, 1980'de "Şair ve Mutasavvıf Gülâboğlu Muhammed Askeri", "Afyon'da Söylenen Ninniler", Afyonkarahisar Bilmeceleri", 1981'de "Büyük Lügatçi Şemseddin Karahisari Ahteri", 1982'de "Ali Çetinkaya" monografisi, 1983'de "Atatürk Afyon'da", 1984'de "Büyük Zafere Doğru", 1985'de "Büyük Filozof Esirüddin Ebheri", 1985'de "Afyonkarahisar Masalları", 1985'de "Bütün Yönleriyle Bozcaada" "İmadoğlu Hasan Karahisari", 1986'da "Afyon'daki Kadınana".

Bu kitapların çoğu bir çok araştırmanın ve bu konulardaki Türkçe, Osmanlıca ve Arapça kaynakların derlenmesiyle oluşturulmuş. İçlerinde çok sayıda doğrudan görüşmelerle kaleme alınan tanıklıklar, o dönemde çekilmiş, kimi resimler var.

* * *



Bunca yoğun ve etkin yaşamına karşın, kendisinin çekilmiş resimleri yok denecek kadar az. O kitaplardan birisinde gördüğüm bir resmi onu tanıyan kütüphane memuresine sorup doğrulattım.

Kısa boylu, tıknaz, bir insan olduğu söylenen bu hekim, araştırmacı ve yazarla ilgili olarak başka kaynakları da araştırıp, onu daha yakından tanımak sanırım pek çok insanın hoşuna gidecektir.

Aslında işi bu olan, yani "tıp tarihi" ve "yerel tarih"le uğraşan uzmanlar onu araştırıp bizlere çok daha iyi tanıtmalılar. "Gezerken" de ondan söz etme nedenlerimden birisi de bu. Belki birileri özenir ve bu işe soyunur. Hadi "yerel tarihçiler" iş başına...

03/11/2007