27 Ekim 2007 Cumartesi

"Yol'cu"ya bir köy şairi yolcu oldu...

"Toroslardan Esintiler-Gönülbahçemden" adlı kitaptan ve onun ozanı Şemin Girgin'den haberiniz var mı?

YAĞMUR şiddetimi artırsam mı, artırmasam mı diye düşünüyor, grili karalı bulutların arasındaki beyazlı-mavili gök yüzü beni bir umutlandırıyor, bir karamsarlığa düşmeme neden oluyordu. Yolun devamını bilmiyordum. Yağış çoğalırsa, yol kötüyse gibi kötü olasılıklar çakan şimşeklere koşut aklımdan geçiyordu.

Derebucak'ı ve ondan sonra gelen Çamlık'ı geçmiş, artık Toroslardan aşağıya doğru inmeye başlamıştım. Hızım çok yavaştı. Çünkü dik, dar ve dolambaçlı bir yokuştan aşağıya, üstelikte çiseleyen yağmurda ve arada çakan şimşeklerin parıltısında, olabildiğince dikkatli bir şekilde iniyordum.

Ama bir yandan da bu yavaşlık, yağmurun değmesiyle daha bir yoğunlaşan çam ağaçlarının kokusunu içime çekmeme olanak tanıyor, gözlerim yeşilden ve yeşillikten dolayı bayram ediyordu.

O gün "bayram"dı ve benim için de en azından "görsel" bir bayram gününe dönüşmüştü.

* * *


Bademli Köyünün tabelasını görmüş ama köyün içine doğru girmemiş, üst tarafından dolanarak bu küçük yerleşimi yukarıdan izlemiş, acaba adı neden "Bademli" diye düşünmüştüm.

Yol biraz düzleşip, genişleyince çevreyi daha dikkatle izlemeye başladım. Yağmur şiddetlenmemişti. "Görsel bayram" sürerken, gün artık yavaş yavaş akşama dönmeye yüz tutuyordu.

Bir köy tabelası daha gördüm sol tarafta: "Süleymanlı 1 Km." yazıyordu.

Oraya da sapmadım. Hâlâ yoldan ve yağmurdan yana kaygım ortadan kalkmamıştı. Sürdüm aşağıya doğru.

Henüz 500 metre ya geçmiş ya geçmemiştim yine yolun solunda elinde torbasıyla yavaş yavaş aşağıya doğru yürüyen birisini gördüm.

Yağmurun şiddetlenme olasılığını bir kez daha aklımdan geçirip, "Nereye gidiyor bu adam acaba bu saatte" diye düşündüm.

Tam o sırada göz göze geldik. Elini kaldırdı. Durdum.

"Yol'cu"ya bir yolcu daha binecekti. Sevindim. İşte bir sohbet fırsatı daha çıktı diye düşündüm.

Hem de bu yaylaların yerlisi, buralı, buranın köylerinden bir "köylü".

Onun gideceği yere kadar gitmek ve bu sırada hoş bir sohbetin kapısı açmak, yolculuktan keyif almak, insanımızın duygusunu düşüncesini öğrenmek, kimbilir belki de "Yol'cu"dan ve yolculuğumdan söz etmek mümkün olabilirdi.

Dahası bir "gezerken" yazısı daha çıkabilirdi.

O yazıda "halkımızın" memleketin hal ve gidişine nasıl baktığını yazma fırsatı doğabilirdi.

* * *


İçten bir "merhaba"yı "iyi bayramlar" sözü izledi.

Sonra tanıştık. Ben "Şemin Girgin" dedi. "Süleymanlı köyündenim" dedi. "Güzeldir bizim köy" dedi.

"Beşiktaş Belediye Başkanı bizim köydendir, uzaktan akrabam olur" dedi.

Kimdir acaba Beşiktaş Belediye başkanı diye belleğimi yokladım. İsim gelmedi aklıma. Ben duraksayınca o söyledi: "İsmail Ünal"

"Mimardır kendisi bizim köye de çok güzel bir köy evi yaptı"dedi. "Ormanda geçici işçi olarak çalışıyorum, ama bu ayın sonunda kadro bekliyorum"dedi. "İki çocuğum var. Birisi üniversiteyi bitirdi diğeri okuyor, Allah bağışlarsa" dedi.

* * *

Yol yaklaşık yarım saat sürdü, yol boyunca sohbet ettik. Memleketten konuştuk, politikadan konuştuk, dağlardan ormanlardan, yaylalardan konuştuk.

"Şemin kardeşim şuraya adını adresini telefonunu yaz hele, belki sonra bir yerlerde haberleşmek gerekir" dedim.

Demez olaydım. İşte o zaman "Yol'cu"nun yolcusunun bir köy ozanı olduğunu anladım.

Benim bu sözüm üzerine Şemin Girgin çantasından bir kitap çıkardı.

Adı "Toroslardan Esintiler-Gönülbahçemden"di.

"Canım sıkıldı mı ben şiir söylerim" dedi Şemin Girgin. Sonra sürdürdü: "Torosların pek çok köyündeki pek çok köy ozanı gibi."

Affetmemi ister gibi boynunu büktü ve "Okuyamadım. Üzerinde çalışamadım, Geliştiremedim kendimi. İmkânımız yoktu. Ama her fırsatta söyledim. Sonra bazı dostlar önayak oldular, yardım ettiler ve ben kendim bastırdım bu şiir kitabını" dedi. Boynu bükülmesi gereken o değildi tabi.

* * *

Bana diyecek pek fazla bir şey kalmadı. Ne diyebilirdim ki?

O orada ve o koşullarda yapacağını yapmıştı. Önce yaylalarda çoban olmuş, hayvanlarının ardında gezmiş. İlk okulu bitirmiş, herkes ne yapıyorsa aynısını yapmış. Evlenmiş, çocuk çoluk sahibi olmuş, sıkıldıkça da şiir söylemiş, şiir yazmıştı. Bildiklerini, inandıklarını, kendi doğrularını yazmıştı. Sonra köyünü, yurdunu, yuvasını, doğasını, ağacını, dalını, çiçeğini yazmıştı.

Kendisini yazmıştı en çok da. Dertlerini, sıkıntılarını sözcüklerle dile getirmeyi yeğlemişti. Daha yüksek okullarda okuyamadığı için bu kadarına yetmişti gücü.

Gerçekten de başka söze gerek yoktu. Artık sözü "kitaptaki kimi zaman hece ölçüsünde, kimi zaman serbest yazılmış" dörtlükler almalıydı. Öyle de oldu.

"GÜN aşar mı doğar mı bilmeyen
Sürüne sürüne ölmeyen
Ağlayıp ağlayıp gülmeyen
O garip ben işde

Aksi aksi işler yapan
Kendi eli ile derdleri kapan
Doğrudur diye eğriye sapan
O garip ben işde

Saz getirdip çalamayan
Sevip de alamayan
Varsa aradığın bulamayan
O garip ben işde

Elimde kağıt destan okurum
Kalem ile halı dokurum
Kendi alimle kazılan çukurum
O garip ben işde

Bahçedeki gülleri açmadan solan
Her günü azap olan
Varsa o garip kim diye soran
O garip ben işde

Her zaman şiir dilinde
Gittiği yerde çanta elinde
Böylesini görürseniz Simyan elinde
O garip ben işde"

* * *

"Yol'cu"nun yolculuğu sürerken böyle buluşmalar, kesişmeler, çarpışmalar yaşıyoruz.

Bir dağın başında bir ozan çıkıyor ve elini, yurdunu, kendini, kendi gibileri olanları, yaptıklarını ve yapmadıklarını "şiirle" anlatıyor. Şiir söylüyor, şiir konuşuyor.

"Yol'cu"nun "daimi" yolcusuna ise "gezerken"de bunları sizlerle paylaşmak düşüyor.

27/10/2007

22 Ekim 2007 Pazartesi

Yola düşmek ve işlere yoğunlaşmak keyif veriyor

Güzel bir aydı Eylül ayı.

"Yol'cu"nun "İstanbul Molası" güzeldi.
Dostluklar arkadaşlıklar, "uzakta" olunca daha çok hissediliyor, daha iyi anlaşılıyor.
Ve tabi sonrasında da "ne yapıp yapıp" buluşuluyor.
Buluşulamazsa bile, haberleşmek, ne halde olduğunu öğrenme gereksinimi kendini daha bir sıcak ve yakıcı olarak hissettiriyor.
Bir "merhaba ve nasılsın" sorusu, insanın varolduğunu ve "iyi olduğunu" en önce kendisine hissettiriyor.
AKM'de İstanbul Bienal'ini gezerken o "merhaba"yı diyen Mahmut, illa görüşelim deyip davet eden "Zümrüt, Fatih" ve daha niceleri...

Paylaşılan dertler, sorunlar, sorunlara çözüm bulunamasa paylaşmak, şöyle ya da böyle verilen destekler, dayanışmalar, küçük rota sapmalarına yapılan yerinde ve gerekli müdahaleleler, sevinçler, üzüntüler...

Sonra "koca" İstanbul'da kesişen yollar, küçük rastlantılar...

Yaşanan bir dolu güzellik, çekilen bir dolu fotoğraf, arada gündeme gelen bir dolu iş, kimi kırılmaların, bozulmaların ayrımına daha yakından varmak...

Yaşam ve yaşamak "işte" bu...

Eylül sona erip de Ekim'den bir haftayı daha önce Sevgili Hırant, sonra da Belgesel Sinema Festivali'nin o güzelim filmleri nedeniyle çalmak...
Hırant'ın "Kırlangıcın Yuvası"nı sevgili Bülent Arın'ın gözünden görmenin ve sevgili Şehbal'le duygu dolu bir ortamda izlemenenin buruk, insana yapmadıklarını bir kere daha hatırlatan güzelliği...

Artık demir almak günü gelmişse zamandan...

Yola çıkma zamanı geldiğinde, artık gitmek gerektiğinde durmamanın farkına varmanın yarattığı ivmeyle yeniden yollara düşmek...

7 Ekim pazartesi sabahı ufukta birleşen yolun iki kenar çizgisini görmenin, onların iki yanında göz alabildiğince, toprağı, göğü, doğayı, bütün bunların arasında yol alan yaşamı, o yaşamın içindeki hep hareket halinde olan "Yol'cu"yu ve onun içinde umutları, düşleri, planları yapmak istedikleriyle insanın kendini bir kez daha derinden yakalaması...

En içten, en yürekten, en yüksek sesle atılan bir çığlık, bir haykırış: Yaşam ve yaşamak çok güzel... Ben böyle yaşamayı seviyorum... Rastgele!...

Küçük bir mola ile varılan Adapazarı, Akyazı, Küçücek...

Seni sevdiğini sana hissettiren insanlarla bir kez daha buluşmak, onların suyunu içmek ekmeğini yemek, onların yetiştirdiği kokulu üzümleri tatmak ve küçük meraklar, küçük söyleşiler, umutlar, düşler, düş kırıklıkları...

Ve ertesi günü yeniden yollara düşmek...

İş zamanı! Çalışma, buluşma zamanı... Buluşmak ve çalışmak gerek...

İşte o yüzden verilen ikinci molanın yeri "Ankara".

Sevgili Eriş. Bir paylaşım ve gerçekler.
Sevgili Altan. İşler birlikte yapılacaksa derdini anlatmak gerek.

Tabii bir de resmi ve gayriresmi buluşmalar...
Sağlık Bakanlığı, BUlaşıcı Hastalıklar Şubesi, Hasta Hakları Birimi...
Planların, işlerin, düşlerin bir de böyle konuşulması ve paylaşılması...

Yapılan küçük bir dost ziyareti ile, yine seven ve sevilen insanların mutluluğuna neden olmak ve o kısacık anda mutluluğu paylaşmak.

Ve planlanan ama gerçekleşmeyen buluşmaların burukluğu, hüznü...

Ama Sakarya Caddesi'nin birahanelerinde Ankara'nın lacivert gecelerini başlatıp, karavanın yatağında tamamlanan günler...

Üçüncü günün sabahı yine yollar...

Anadolu'nun içlerine uzanan ilçe yolları, köy yolları, stabilize yollar, kaybedilen sonra bulunan yollar...

Geçilen yoksul köyler... Doğanın ve onun içinde insan elinin yarattığı "eşitsizlikleri" bir kere daha, bin kere daha fark etmek...
Ocak kokuları, hayvan kokuları, tezek kokuları, arada canım toprağın kokusu... zaman zaman çok güzel, zaman zaman acı kaynak sularının tatları. Toprak, gök ve ikisini bölen bir kara yol. O kara yolda bir yol bulan ve tutturan "Yol'cu" ve ben.

Ve Yunak...

Çok sevdiğim bir dostumun iki yılı aşkın bir zaman görev yaptığı KOnya'nın Yunak adlı küçük kasabasında bir iz arama serüveni...
İnsanın kendisiyle giden ve de gitmeyen yaptıkları...

Bir yazıyı o anı yaşarken düşlemek ve birden bir acı haberle, acı düşlerden acı gerçeklere yeniden gark olmak...

Hırant'ı, İlhan'ı kaybetmenin ardından bir de erken gelen Mehmet Uzun'un kaybını duyup kahrolmak.
Bir ışığın sönmesi... Bir çok ışığın titremesi...
"Tam kenarında gelmiştik" diye düşündüğüm barış mumunun bir daha sönmesi ve yeni bir çatışma ortamına herkesin koşarak yönelmesi...
Savaş, acı, yıkım, kan gözyaşı ile dolu günlerin korkusunu taa içinde bir kez daha yaşamak...
Bir film şeridi gibi o tehdidin altında oynayan, bağıran ama barış dolu bir yarına yönelik isteği haykıran küçük çocuklar, acılarını yüreklerine gömmüş annelerin bilgece söyledikleri...

Ve Diyarbakır!...

Acıdan yorulunan bir günün gecesinde dünyaya başka bir yerden bakan "Hoca Nasrettin"in yanına varış... Başka bir bilgeliğin insan beş altı duyusuna birden ulaşan uyarıları...
Kentin içinde yaşamı bir anda yok, bir anda var eden dinin kurallarını gözlemlemek ve kendi kendine "Bu nasıl bir iştir" diye sormak...

Ertesi günü yeniden düşülen yollarda, bu kez giderek yok olan, biten, sönen, sonra eren bir "doğa" parçasının acısını görüntülemek zorunda kalmak... Oysa o gün "Bayram!"

Ördeklerin, karabatakların, martıların imdat çığlıkları arasında kuruyan, ilerilere çekilen, ölmeden önceki son hareketsizliğini yaşayan bir göl: Beyşehir gölü...
Boynu bükük, artık bitemiş bir balıkçılığın köhnemiş mirasları, balıkçı kayıkları, parçalanmış ağlar...
Ağlamayı bile unutturan, anılarda kalan eski görüntülerle uyuşmayan bu gerçekliğe karşı okunan "bir lanet"...
Kaybedilen karşısında yaşanan çaresizlik... Bir daha bir daha, bir daha ve hep!

Kaçarcasına uzaklaşma isteği ve yola devam ediş.

Daha önce geçilmemiş bir yoldan Toroslara tırmanırken, ortalığın yeniden yeşillenmesinin, dağların direncinin farkına varılması... Yükseldikçe yeniden güzelleşen, sanki daha yukarılara tırmanarak insandan, insan eliyle gelecek olan "son"dan, günü dolmuş, tüfeğinde mermisi bitmiş bir "eşkiya" gibi kaçan "doğa"... Küçük buluşmalar... Derebucak'ta, Çamlık'ta, Bademli de, Süleymanlı'da...

Duygularımı anlayıp birden kararran gökyüzü ve sesszi bir ağlayışı andıran incecik bir yağmur...
O yağmurda yürüyen yalnız bir adamın kalkan eli... Bir "merhaba"!. Önce soğuk, sonra giderek ılıklaşan, ısınan ve sıcaklaşan bir "yol ve yolculuk sohbeti"... Birden bir çantadan çıkan bir şiir kitabı...

-"Ben sıkılınca şiir söylerim... Çobanlık yaparken başladı bu alışkanlık..."

"Şiir söylemek"...

O toprakların bir geleneği... bir alışkanlığı yaşamın bir unsuru... Şemin Girgin...

Onun tek farkı... birileri desteklediği için 72 sayfalık bir kitaba dönüşmesi...

"Elimde kağıt destan okurum
Kalem ile halı dokurum
Kendi elimle kazılan çukurum
O garip ben işte"


diyen Şemin Girgin'le Cevizlik'te ayrılmadan önce içilen iki bardak veda çayı..
Sonrasında bir fotoğraf ve bir el sallaması...

Dolana dolana bir inişten sonra Akseki'nin yavaş, durgun ama çok derinlerdeki kıpırtısının hissedildiği henüz "bozulmamış" bir Anadolu kasabası... Bir sinema seti gibi... Bir aşk hikayesi anlatırken kendi hikayesi de anlatılacak bir iç akdeniz kasabası... Yaşlı bir kasaba, görmüş geçirmiş bir kasaba... Gençleri artık çoktan kaçmış, belki ilçe olmaktan bile çıkmış, ama asırlık bir ağaç gibi "dünya yıkılana kadar ben burada duracağım" diyen bir yer... O yerin bir insanın "hüznü"ne benzeyen "hüznü". Sonra ancak Nuri Bilge Ceylan'ın fark edebileceği yarım ama "genç" bir gülüş...

Yolun sonu "Manavgat"...

Kısa bir mola... İnternet... "Uygar dünya"dan alınan haberler...
Biraz ilerde Belek'te Kadriye Belediyesi'nin lüks otellerin plajlarını aratmayan donanımıyla pırıl pırıl, her yanı temiz, hizmet eden insanları dost ve güler yüzlü bir yer ve orada "yalnız" geçen ama çoklukla paylaşımın düşlendiği bir haftasonu... Hatta bayramın son iki günü...

Sonra 30 kilometre uzaktaki Antalya'ya varış.

Dostluklar, arkadaşlıklar, yapılması gerekenler ve yapılanlar.
Nuri bey, Antalya Hasta ve Hasta Yakını Hakları Derneği, Diyabetin kaygısı, Hasta Hakları Dergisi, Martı FM 98.0 de Murat Yıldırım ve Mürüvvet hanımla 45 dakika süreyle 26 Ekim hasta hakları günü münasebetiyle sağlık hakkı, hasta hakları ve sağlık sistemi üzerine hoş ve spontan bir şöyleşi. Konuşmanın paylaşmanın güzelliği...

Dostluklar, arkadaşlıklar, yapılması gerekenler ve yapılanlar.
Mücella, Başak ve Tuncay Soydan... Gülseren Hanım; eski ve yürekli bir hemşire, hasta hakları gönüllüsü, bir balıkçıda yenilen akşam yemeği, "ne olacak bu memleketin hali"ve nefis bir balığın nin meze olduğu üç kadeh rakı...

Sonra I. Uluslarası Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Kongresi...
Sevgili Ayşegül Demirhan Erdemir, Murat Civaner, Nüket Örnek Büken, Hafize Öztürk, Yaman Örs, Arın Namal... Öğrenilen, farkına varılan yeni bilgiler... Yeni gerçekler... Yapılanlar ve yapılamayanlar... Eksikler ve yanlışlar... Birim ve Akademia, Akademia ve toplum....

Hayır, Hayır, Hayır...

Kongrenin 2. gününe denk gelen 5,5 saatlik bir Konya yolculuğu. "Yol'cu" olmaksızın...

Ve Konya...

Yine "Dostluklar, arkadaşlıklar, yapılması gerekenler ve yapılanlar"

Toplum Sağlığı Araştırma ve Geliştirme Derneği, Konya-Karaman Tabip Odası, Konya Gazeteciler Cemiyeti, Selçuk Üniversitesi Basın ve Yayın Fakültesi...

Sağlık için Medya, Medya için Sağlık.

Önce Konya Televizyonu'nda cuma gecesi tam 1,5 saat "Sağlık AKtüel" adlı canlı yayınlanan sağlık programına konuk olmam ve Konyalılara bir de buradan seslenme fırsatı bulmak...
Sağlığı ve medyayı bir arada dert edinen insanların; "Nazmi Zengin'in, Fatih Kara'nın, Oktay Sarı'nın, insanüstü çabaları... Hem tv programı, hem de seminer için, öncden bildiğim ama bir kez de yakından tanık olduğum çabaları...
"Hiç bir emek boşa gitmez" sözünün bir kez daha doğrulanması...
Az ama öz bir bilgi ve deneyim paylaşımı... İyi yapılan bir işin onuru ve keyfi...

Bir göz açıp kapamada sonlanan 365 kilometrelik dönüş yolu...

Yeniden Antalya'ya varış...

Yaşam ve yaşamak "işte" bu...

NOT: Anlatılanlarla ilgili ayrıntıları, örneğin fotoğrafları görebilmek ve programa dair bilgileri öğrenmek için listeye üye olabilirsiniz...

20 Ekim 2007 Cumartesi

"Yaptıkların seninle gidiyor..."

Bellek unutuyor, unutmayanlar ölüyor, yapılanlar eğer yazılıysa yarınlara kalıyor...

ŞEHİRLERİN, ilçelerin, kasabaların, köylerin her birinin herkes için geçerli özel anlamları, özdeş oldukları özellikleri vardır.

Ankara "Başkent"tir, İstanbul "payitaht"tır, Konya "Mevlana'nın mekanıdır".

Herkesin doğduğu, büyüdüğü, nüfusa kayıtlı olduğu yer ise "kendi memleketi"dir. Onun için anlamını bu özelliği oluşturur.

Kimi yerlerin ise herkes için farklı birer anlamı vardır. Örneğin, Erzurum benim için okula başladığım yerdir. Van ise "doğu"yu algıladığım, anladığım yerdir. Diyarbakır ise benim için "Kürt olmanın" ne demek olduğunu öğrendiğim yerdir.

* * *

"Yol'cu"yla birlikte yolumuzu çevirip geçtiğimiz son yer olan Konya'nın "Yunak" ilçesi ise benim için bu yıl "mide kanseri"nden yitirdiğim arkadaşım "Dr. İlhan"la özdeşti benim için.

Yaşı çok daha eski olduğu halde, tıp fakültesini verdiği bir aradan sonra bitirdiği için 12 Eylül darbesi sonrasında getirilen "mecburi hizmet"ini burada yapmıştı.

Orada yalnız hekimlik değil, atanmış olarak "belediye başkanlığı" görevini de üstlenmişti.

Bir araya geldiğimizde çok sık anlatırdı Yunak'ı ve orada yaptıklarını. Kendi yurdu olarak görmüştü orayı, çok sevmiş, oraya ve insanına hizmet etmekten mutlu olmuştu.

* * *

Yıllar önce bir kez geçtiğim bu ilçeyle ilgili belleğimde çok az şey vardı, oraya gittiğimde. Yeniden "keşfetmeye" çalıştım. Ama bu keşif biraz da İlhan'ın izini aramaya dönüştü.

"Yol'cu"yu park ettiğim sağlık ocağının eskiden "Kaymakam Konağı" olduğunu, hemen karşıdaki eczacıdan öğrenince; İlhan'ın çalıştığı, o zaman sağlık ocağı (aslında sağlık merkezi) olan, şimdi ise Yunak Devlet hastanesi olan yere gittim.

Amacım onu anımsayan birilerini bulmak, eğer bulursam onun çalışırken yaptıklarından kaynaklanan kimi izleri arayacaktım.

Arife günü olduğu için birkaç acil hasta dışında kimse yoktu, hastanede. Kapıda oturan birkaç kişiden birisi oranın doktorlarından birisiydi. Merhabalaşıp tanıştım ve İlhan'dan söz ettim.

-"Ağbi ben buralıyım ama 2 yıldır buradayım. 2000'de okulu bitirdim, öncesini bilmem" dedi.

Kim bilir diye üstelediğimde şimdi emekli olan bir müstahdemden söz etti. Nasıl bulurum dediğimde de kolay olmayacağını belirtti.

* * *

Eski ve il merkezlerine uzak olan ilçe merkezlerinde eskiden "merkez sağlık ocağı" yerine aynı zamanda yatağı da olan "Sağlık Merkezleri" yapılmıştı. Bir aralık "10 yataklı devlet hastanesi" diye anılır olmuştu. Sonra yine merkez sağlık ocağı oldu, en sonunda da burada olduğu gibi "ilçe devlet hastanesi"ne dönüştürüldü.

Bu merkezlerin mimari yapıları birbirlerinin aynıdır genellikle. Birisi yarı yarıya toprağın içinde olmak üzere "iki katlı" binalardır.

Eskiden üst katlarında hasta ve doktor odaları, hatta ameliyathaneleri olurdu. Alt katta ise yemekhane, laboratuar, röntgen, diş ünitesi gibi birimler yer alırdı. Sonra alt katları sağlık ocağına dönüştü. Şimdi ilçe devlet hastanesi olunca da genellikle acil bölümleriyle poliklinikler burada oluyor.

Genellikle ilçe dışında ve bölgenin yapısı müsaitse bir yamaçta yer alırlardı. Hizmet birimini arkasında da iki tane lojman olurdu. Birisi biraz köşkü andırırdı ve doktorlar burada otururlardı. Diğeri ise hemşire ve diğer personelin kaldığı lojman bölümüydü.

Yunak'taki de öyleydi. Hastane onarımdan geçmiş ve albenili bir hale getirilmiş. Doktor ve personel lojmanlarına ise dokunulmamış. Doktor lojmanının önündeki büyük ağaçların yaşlarını hesap etmeye çalıştım. "Acaba İlhan dikmiş olabilir mi" diye aklımdan geçirdim.

* * *

Orada bir iz bulma şansı olmayınca yeniden ilçe merkezine döndüm ve yaşı uygun olan kişilere onu sormaya niyetlendim. İlçenin meydanında gezerken, adını ilçenin adından alan bir eczane görünce, "en eskisi budur" diyerek ona yöneldim.

Genellikle olduğu gibi eczacı orada değildi. Kalfalardan biraz daha yaşlıca olanla konuştum ve İlhan'dan söz ettim. Anımsadı. "O burada çalışırken, annem, baba sağlık ocağında çalışıyordu, o yüzden tanıyordum, tez canlı, biraz da ters biriydi" dedi.

İlhan mesleğin kurallarından ödün vermeyen, işine seven ve gereği gibi yapan bir insandı. Şimdi tartışılan "sekiz saatlik tam gün" değil, 24 saat çalışan bir hekimdi. O nedenle de hastaları çok sever, ama yanında çalıştırdıklarının bazılarıyla, ona iş yaptırmak isteyenler pek hoşlanmazlardı tavırlarından.

Torpil yapmaz, hatır gönül üzerinden gelen baskılara aldırmazdı. Kuralları ve ilkeleri olan, kendini sürekli yenileyen, okuyan ve insanı bilen, anlayan, doğru ilişki kuran ve gerçekten "hekim" olan bir hekimdi.

Ardından atanmış da olsa görev yaptığı belediyede belki bir iz bırakmıştır diye oraya gittim. Orası da "arife nedeniyle" tatile girmişti ve kimse yoktu. Dolayısıyla "İlhan'ın izini bulma olanağı da" yoktu!.

* * *

Sonuç olarak Yunak'ta iki yıldan fazla zaman hekim olarak görev yapan Dr. İlhan Özel'den bugüne kalan bir iz bulamadım.

Çünkü o her hekim gibi işini yapmakla yetinmişti. Bina yapmamıştı, heykel dikmemiş, zamana direnen ve korunan bir eser bırakmamıştı.

İşte o zaman hekimlerin yaptıklarının aslında "görünmez" işler olduğunu bir kez daha anladım.

Hava gibi, su gibi, varlıkları halinde hissedilmeyen, yokluklarında, olmadıkları belli olan kişilerdir hekimler.

Tam oradayken bu yıl içinde "mide kanseri"nin neden olduğu, yakınımda yaşanan "ikinci ölüm"den haberdar oldum:

Sevgili Mehmed Uzun'un tüm Kürtleri ve sevenlerini bırakıp gittiğini bir dostum söyledi.

Çok üzüldüm. O İlhan için de "direnç" nedeni olmuştu sağlığında. Onunla konuşma fırsatını bulduğum Diyarbakır'da bu yıl ki "14 Mart Tıp Bayramı" yemeğinde aynı masaya oturmuş ve bunu ona da söylemiştim.

Yaptıkları görünmeyen hekimlerin; yapmadıkları, daha doğrusu yapamadıkları, ortaya çıkan sonuçları nedeniyle onları görünür kılıyor ne yazık ki!...

* * *

İlhan'ın Yunak'ından, Mehmed Uzun'a bir "acı selam" veriyor ve gittiği yerde İlhan'la buluşmasını, bunları ona söylemesini diliyorum.

Bize düşen ise onları anımsayarak ve bizlere olan vasiyetlerini yerine getirmek. Mehmed Uzun'un en büyük isteği "şiddetin son bulması ve barışın gelmesi" idi.

O "Ölümsüz birey yoktur ama, bireyler tarafından yaratılan ölümsüz eserler ve bu eserlerin tümünden oluşan ölümsüz insanlar vardır. Barış sadece ölümsüz bir eser değil, insan aklının yarttığı en önemli iştir" demişti.

Onun bu isteği şimdi çok daha önemli. Çünkü bu amaçla dişini tırnağına takıp uğraşan bir Mehmed Uzun yok bizim önümüzde gidecek. O nedenle de bu en büyük görev bizlerin... İster hakim, ister yazar ister aydın olalım...

20/10/2007

6 Ekim 2007 Cumartesi

"Yarına ne kaldı"

Cinayete Tanık Olmadan Birşey Yapamaz mıydık?
Bugünü yaşarken, dünden kalanlardan da yararlanarak, yarına kalması gereken, unutmamamız gereken, hepimizin "ortak hafızasını" yaratıyorlardı onlar.


HER bir insan bir dünyadır. Evrende kendisine yer bulabilen her dünyanın bir yörüngesi vardır. Bu dünyaların yörüngeleri zaman zaman birbirleriyle kesişir.

Birbirlerinden haberdar bile olmayan dünyalar birbirlerinden haberdar olurlar bir araya gelirler, tanışırlar ve o kesişmeden hep yeni bir şeyler çıkar ya da doğar.

Gezerkeni okurken haberdar olduğunuz "Yol'cu" da kendince bir dünya. Yaptığından yola çıkarak belki de ona "seyyare" demek daha doğru.

İşte o seyyarenin yani "Yol'cu"nun yörüngesinin kesiştiği, bu kesişme olmasa bu kadar "yakından" tanımayacağım iki insandan söz edeceğim bu hafta sizlere. Onları daha önce tanıyanlarınız olabilir. Olsun.

* * *

Onlardan birisi Şehbal Şenyurt. Diğeri de Bülent Arınlı. Çok önceleri ikisinin adını yalnız duymuştum. Belgesel Sinemacılarla günün birinde "yörüngem" kesişip tanışınca da onlardan haberdar olmuştum. Yol'cu Bodrum'dayken de "Gümüşlük Akademisi" sırasında ise onlarla buluştum.

Yalıkavak'ta on yılı aşkın zaman içinde, herkes "bunlar acaba deli mi" diyerek küçümserken, toprağın altından, geçmişin içinden ortaya çıkardıkları bir harabeyi yeniden ayağa kaldırarak yeniden yarattıkları eski taş köy evlerinde konuk olduğum zaman daha yakından tanıdım onları.

Şehbal'le köklerimizin aynı toprakta durduğunu o zaman orada olan annesi Sevgili Akgün teyzenin anlattıklarıyla daha iyi anladım.

Sonunda terasta yıldızları izleyerek uyuduğum o güzel yaz gecesinde, insana, yaşama, dünyaya; düne, bugüne ve yarına dair uzun uzun konuştum onlarla.

Umutlarıyla, düşleriyle, isyanlarıyla, yaptıklarıyla ve yapmak istedikleriyle öğrendim o iki "güzel ve dost" insanı. Çok mutlu oldum.

* * *

Kendileri kendilerine verdikleri, üstlendikleri çok "önemli" görevi bir kez daha o zaman fark ettim: Onlar umutlarıyla, düşleriyle, isyanlarıyla, yaptıklarıyla ve yapmak istedikleriyle tüm insanları bizlere ve yarınlara taşıyorlardı.

İşte belgesel filmi ve belgeselciliği de o zaman çok daha iyi kavradım. Bu bir tür "tanıklık ve tanık olduğunu anlatma" eylemi.

Bugünü yaşarken, dünden kalanlardan yararlanarak, yarına kalması gereken, unutmamamız gereken, hepimizin "ortak hafızasını" yaratıyorlardı onlar.

10 yıldır izlediğim, izlerken pek çok şeyi hem de keyif alarak öğrendiğim, belgesel filmleri yaratanlar onlardı. Onlarla yarınlara bir şeyler bırakabiliyorduk. Yiten dünü, yitmekte olan bugünün izlerini yarına onlar taşıyordu.

Bu görevi Yaptıklarını sözle anlatmaya gerek yok. Yaptıkları ve yapmakta oldukları onları anlatan "su film"in internet sayfasında ayrıntılarıyla duruyor.

* * *

Onlarla yolum son bir haftada iki kez daha kesişti. İlk kesişme noktası Sevgili Hrant Dink'in katillerinin duruşma günü Beşiktaş'ta mahkeme önünde ve Barbaros Meydanı'ydı. Sevgili Şehbal, elinde her zaman olduğu gibi yine kamerasıyla "sessiz isyanını" yarınlara taşımaya çalışıyordu. Orada hepimizin bir görevi varken o ikinci bir görevi de yerine getiriyordu.

Onun, eşi Bülent Arınlı'yla birlikte çok daha önce yerine getirdiği görevini dün izlerken hafta içinde ikinci kez kesişti yolumuz. Bu kez mekan Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'ydi. 10. Uluslar arası 1001 Belgesel Film Festivali'nin ilk gününde "Kırlangıcın Yuvası" adlı filmlerini izliyorduk.

Filmin bitiminde birbirimize sarıldık ve birbirimizin omzunda ağladık. O bana "insan kendi yaptığı filmi her izlediğinde yeniden ağlar mı" dedi. Ben de ona boğazıma düğümlenmiş, bir türlü çıkamayan bir sessiz çığlıkla "ağlar" diyebildim.

* * *


"Kırlangıcın Yuvası" 19 Ocak 2007'de katledilen Hrant Dink'in ve Ermeni çocukların yuvasının macerasını, yine Hrant Dink'in ağzından anlatıyordu. "Kırlangıcın Yuvası" Sevgili Hrant "sonradan katil olan bir çocuğun" onu öldürmesinden yıllar önce yaşanan "katl'i" anlatıyordu.

Hepimizin gözünün önünde, hiç birimizin haberi olmadan yaşanan, aslında hâlâ sessiz kaldığımız bir "cinayet"ti bu.

Hrant Dink o belgeselde, aklının hiçbir zaman almadığı ama "gerçek" olan bir olayı bizlere anlatırken, bugün bizim aklımızın almadığı bir olayı yıllar önce yaşamış bir ileriyi gören insanın bilgeliğiyle bize sorumluluklarımızı, görevlerimizi anlatıyordu. Hem de sanki başına gelecekleri önceden duyurur gibi.

Duymadığımız, bilmediğimiz o sesi bizlere Sevgili Şehbal ve Bülent birkaç yıl öncesinde, henüz Hrant'ın yaşadığı zamandan iletiyordu bu filmle.

İşte o film boyunca o bir parçasını yapabilse de "yapamadıklarımıza" ağladık, o an salonda olan bir avuç insanla birlikte.

* * *

Filmi izledikten sonra bir daah sordum kendi kendime:

"23 Ocakta Şişli'den Yenikapı'ya yürüyen yüz bin kişi, Cinayetin ilk duruşma gününde ve 1 Ekim'de Barbaros Meydanında toplanan bini aşkın kişi, bu olaya Türkiye ve dünyada sahip çıkan milyonlarca insan o cinayetler olup bittikten sonra değil de, o zaman; yani Tuzla'daki çocuk yuvası kapatıldığında, Hrant Dink ölümle tehdit edildiğinde onun çevresinde toplanabilseydik bunlar olur muydu acaba?"

Sevgili Şehbal ve Bülent'in yaptıkları ve yapmakta oldukları bizlere bunları soruyor. Belgeselcilerin her zaman sorduğu "yarına ne kaldı" sorusunu bugün ve her an kendi kendimize sormamız gerekiyor. Hrantların gitmemesi ve burada kalması için. Sahip olduğumuz tüm değerlerimizi korumak için. Her an bu soruyu sormalıyız: "Yarına ne kaldı!."

06/10/2007