26 Ocak 2008 Cumartesi

"İyi" kendini gösteriyor ve kendine çekiyor...

Milyonlarca insanın içinde, başkalarına benzemeyen, biraz "uzak durulan", "farklı", "öteki", "aykırı" yani "cins" insanlarla rastlaşıyor, buluşuyor ve birlikte oluyorum; bir şey bizi birbirimize "çekiyor", bir şey bizi "buluşturuyor", bir şey bizim "yollarımızı kesiştiriyor"



SÖYLEDİKLERİM en azından bugünkü bilimsel bilgilerle ve yöntemlerle kanıtlanabilir bir şey değil, ama kendime göre şöyle bir açıklama yapacağım; "bulgu da bilgi de ilgiden kaynaklanıyor".

Bu lafı şimdi uydurdum. Ses uyumu hoşuma gitti. Türkçe'deki kökleri de birbirine yakın muhtemelen. "İlgin neye yönelirse onu buluyorsun, onu biliyorsun," demek istiyorum...

Benim yaşamım da hele şu son yılda dolaşırken hep öyle oluyor. Yüzlerce yer arasında gidiyor kafama uyan bir yer buluyorum, konaklayacak, yemek yiyecek ya da oturacak. Önceden planlayarak değil, denk geliyor. Ya da milyonlarca insanın içinden gerçekten başkalarına benzemeyen, hatta biraz "uzak durulan" cins insanlarla rastlaşıyor, buluşuyor ve birlikte oluyorum. "Farklı", "öteki", "aykırı"...

Bir şey "çekiyor", bir şey "buluşturuyor", bir şey "yolları kesiştiriyor"...

"Gezerken" yazılarının sayısı 23 olmuş; geçen 22'sinde bu tür rastlantıları siz de fark etmişsinizdir mutlaka. Gerçekten planlamıyorum. Ön görmüyorum. Özellikle öyle olması için bir gayret sarf etmiyor ve önceden randevulaşmıyorum. Bununla ilgili olarak aklıma gelen bir dolu ata sözü ve deyiş var ama ben onları da söylemeyeceğim. Nasıl olsa biliyorsunuz.

* * *

- Yine "Yol'cu"nun "yolcu"su saçmalıyor!... diyeceksiniz, deyin.

- Ama baştan anlatayım: Bodrum'a 'apartmanın ya da evin 'bodrum'undan söz etmiyorum, Muğla'nın ilçesi eski adı "Halikarnas" olan Cevat Şakir'in Türkiye'ye ve dünyaya tanıttığı Bodrum'dan söz ediyorum- ilk kez tıp fakültesinin 2. sınıfından 3. sınıfına geçtiğimiz yaz ayında gelmiştik...

- O kadar da baştan olmasın...

- Peki biraz ortaya doğru baştan anlatayım....

O da güzel bir hikaye ama şimdiki değil eskiden yaşanan... Evet bu güne gelelim.



Bodrum'a son 10-15 yıldır uğradığım ya da geldiğim zamanların birisinde -herhalde on yıldan fazla oluyor- keşfetmiştim burayı. Ana yolda yukarıdan aşağıya doğru inerken sahile varmadan önce sağa sapan son dar sokağın içinde. Adı "Nazik Ana Restaurant" ama aslında bir "esnaf ya da halk lokantası".

İlk geldiğimde adının bu olduğunu da doğrusu bilmiyorum; ya turistik gezilerimizin birindeydi, ya da Muğla'daki lepralı hastaların kontrolü için yaptığımız alan çalışmalarından birisindeydi. Elimle koymuş gibi burayı bulduğumu ve burada yediğimizi anımsıyorum. Sonraki gelişlerimde de eğer yemek saati ise hep burada yemiştim.

Bu kez geldiğimde de öyle oldu. Gümüşlük Akademisi'ne geldikten sonra Bodrum'a indiğimde, en az 3 kez yemek saatiydi öğlen yemeğini burada yedim.

* * *



Bu "devamlılık" burayla ilgili daha ayrıntılı bilgilenme ve buradan söz etme, hatta bu dizide yazma düşüncesini aklıma getirdi. Bu yazı için şimdiki sahibi ve işletmecisi "Hakan Şahin"le konuştum.

O buranın "sekiz yıldır" açık olduğunu söyledi. Daha öncesini anımsadığım halde, emin olamadığımdan ona itiraz edemedim. Sonrasında araştırınca 50 yıla yakın bir geçmişi olduğunu öğrendim. Aslında bir lokanta bile değil. Bir evin iç bahçesi.

İlk geldiğimde anımsadığım kadarıyla daha çok bahçeye benziyordu. Şimdi üzeri daha iyi kapatılınca daha çok "kapalı bir mekan" görünümünde.

Bodrum'un bir çok geleneksel yaşama özelliğini yansıtan bir ev avlusunda faaliyet gösteren bu lokantanın asıl özelliği "gerçekten iyi olması". Bazıları "iyi" görece bir kavramdır deyip, "neye göre iyi" diye sorabilir. Bunu en kolay sanırım şöyle anlatabilirim size:

"İyi çünkü 'annemin' evindeki yemeklere benziyor yediklerim".

Örneğin ıspanak yemeği, patlıcandan karnıyarık, zeytinyağlı pırasa, biber kabak dolması, içinde az kıyması ve kırık pirinci olan yeşil mercimek yemeği, birazcık biberi fazla etli kuru fasulye... Daha pek çoğunu sayabilirim. Tadı, tuzu, lezzeti, yapılış şekli. Belki inanmayacaksınız ama öyleydi.

"Çok acıkmışsın" da diyebilirsiniz. Tamam bunu size kanıtlayamam ama benim "damak tadım" öyle diyordu bana.



"İkincisi ne mekan ne de size çalışanların tutum ve davranışları turistik yerlerde her zaman görmeye alıştıklarımıza benzemiyor." Bu gelen ve yemek yiyen herkesin kanaati.

Zaten yemek yiyenler de aslında o çevrede yaşayan ya da çalışan kişiler. Nazik Ana işyerlerinde çalışanlar için öğlenleri 'tabldot' yemek çıkarıyor, hem de çok ucuz fiyata. Bence bu bile Bodrum gibi "turistik" bir yer sık rastlanmayacak durum. Diyeceğim o ki tam bir "esnaf ya da halk lokantası". Ama temiz, ama iyi, ama ucuz. Bence orası herkesin "Nazik" anasının evi.

Gerçekten de öyle: Öyle hızlı yapılan ve hızlı sunulan yemekler değil, evlerimizde annelerimizin eşlerimizin yaptığı gibi. Sanki bir "kadın"ın elinden çıkmış gibi. Hakan Şahin'e sordum "böyle mi" diye:

"Yok" dedi, 'profesyonel ve çok iyi bir aşçı'nın yemekleri yaptığını, ama kullandıkları malzemenin de en iyisi olmasına gayret ettiklerini söyledi. Ama "en iyi malzeme" kullanan başka yerlerden bir farkı daha var: "Fiyatları!"

* * *

Bu tür yazıları "ana akım medyanın" köşelerini tutan kimi yazarlar yazıyor; onları okurken 'yine reklam yapıyorlar' diyorum sıklıkla; bu yazı da biraz öyle bir yazı havasında gelebilir sizlere.

Ama öyle değil. Başlığa bir kez daha dikkat etmenizi istiyorum. Sonra da devamını okumanızı.

Çok net bilgiler bulamadım ilk kimin açtığına ilişkin. Ama bahçenin kenarındaki ve yemeklerin yapıldığı bölümün en az 150 yıllık olduğunu öğrendim. Lokantanın da 50 yıldır varolduğu biliniyor.

Bugün çok eski Bodrumlulardan, burada yaklaşık 40 yıldır eczacılık yapan Sayın Yücel Ziylan'la randevum vardı. Ondan Bodrum'un geçmişinde ve bugününde "sağlığı" konuşacaktık.

Aklımdaydı, o sırada da bir fırsatını bulup 'Nazik Ana'yı soracaktım. Ama bir yakını vefat ettiği için randevumuzu erteledik. Buradan da kendisine "baş sağlığı" diliyorum. Bu konunun ayrıntısını öğrenince sizlerle de paylaşacağım.

* * *


Yine de bulabildiğim kadarını anlatayım size "Nazik Ana Lokantası"yla ilgili bilgileri:

1981-82 sezonundan 1993-94 sezonuna kadar Efes Pilsen'de basketbol oynamış, uzun süre 6 numaralı formayı taşımış ve kaptanlığını yapmış "Taner Korucu" adında bir basketbol oyuncusu sporu bıraktıktan sonra annesi "Nazime hanım"la birlikte işletmiş burasını. Sanırım benim ilk geldiğim yıllar o dönem olmalı.

Sonra geçen yılın nisanında yaşanan bir "yangın"a kadar Nuray Yıldız ve Ali Yıldız bir aile işletmesi olarak çalıştırmışlar. Duvardaki bir gazete kupüründen Nuray Hanım'ın "abaza" daha doğru deyişle "abhaz" olduğunu ve "abhaz ve çerkez" yemekleri yaptığını okudum.

Yangından sonra devralan ve eskiden "olduğu gibi işletmeye devam ettirmeye" kararlı olan ve onarımını gerçekleştirdikten sonra 2007 eylülünde yeniden hizmete açan şimdiki işletmecisi Hakan Şahin'e sorunca o da "abhaz" olduklarını söyledi.

Evliliğimden dolayı benim de abhazlarla, çerkezlerle ilgimin olduğunu söyleyince orada bulunan kardeşi ve akrabaları dahil hep birlikte bu rastlantı ve ilgiye şaşırdık. Bu yakınlıktan sonra biraz da bu yönde konuşunca onların deyişiyle "eteği eteğine" değenlerden olduğumuzu çıkardım.

Hendek'te yaşayan evlerine konuk olduğum ve anlatılamayacak kadar dost canlısı ve konuksever "Fahri bey" ve yine orada tanıdığım ama ismini çok duyduğum "Sema hanım" çok yakınlarıydı, Hakan bey ve ailesinin. Bunun üzerine duvardaki gazete kupüründe yazan "abhaz ve çerkez" yemeklerini de bir dahaki gelişimde burada görmek ve yemek istediğimi söyleyince çok gülüştük.

* * *

Nazik Ana'yla ilgili daha başka rastlantılar da oldu, onları anlatmayacağım ama başlığa yazdıklarımı bir daha düşünmenizi, benzer şeylerin sizlerin de başına gelip gelmediğini sorgulamanızı bir daha istiyorum: "bulgu da bilgi de ilgiden kaynaklanıyor."

Ya da ...

26/01/2008

24 Ocak 2008 Perşembe

"Yol"cu Kış Uykusunda"

Evet yanlış okumadınız; geçen ay da bunu söylemiştim.
Gerçekten de bir aydır "Yol"cu kış uykusunda.."
Motoru hiç çalışmadı. Olduğu yerden hiç kıpırdamadı.

Dahası ben onun içinde bu bir aydır hiç kalmadım.

Havanın soğukluğu nedeniyle "Akademi"nin "küçük ev"lerinden birisinde geçirdim bu bir ayı.

Çok "hareket" olmadığından sizlere verecek çok fazla haber de yok.

Okumakla, yazmakla ve bilgisayar başında geçti bu süre. Aaa es geçmemeliyim: Bir de çok "güzel" bir "yılbaşı partisi" yaşadık, Akademi ahalisi ve konuklarıyla...
hep birlikte şenlik şamata içinde girdik 2008'e.
Dileklerimiz sanırım hepimiz için aynıydı: 2008 de 2007 gibi olmasın istedik!..

Bu zaman zarfınfa olan biten, buluşmalar, görüşmeler, hep "on line"di...

Böyle mi denir bilmiyorum. Ama arkadaşlarımla, dostlarımla elektronik ortamda haberleştiğimizi söylemek istiyorum.

Tabii bir de "cep telefonu" denilen aletin yardımıyla yapılan sohbetler var.

Rutin yazılarım çizilerim dışında bu bir ayı düzenlemesini üstlendiğim "beş web sayfası"nın işleri doldurdu ağırlıkla.

Bir de "2007'yi anlattığım kişisel raporum"u yazdım. Tabii onu yazarkenbir yandan da yaptıklarımı ve kendimi değerlendirmiş oldum.
Arkadaşlarımdan dostlarımdan ilgilenip merak edenlere de yolluyorum onu; bakalım onlar ne diyecekler...

Bu aylık benden bu kadar...

Yapmam gereken işler var...

Hoş kalın, hoşça kalın...

19 Ocak 2008 Cumartesi

"İçimizdeki ve dışımızdaki deliler..."

Her yerde vicdanımızın sesini bize duyuracak, en az günde bir kez "saf doğru"lardan söz edecek, en az bir "deli" olmalı...



ÖNCEKİ gün bir "ekonomi" haberi okudum. Enflasyonda istediği oranı tutturamayan ve muhtemelen bir erken yerel seçim nedeniyle tutturma olanağı olmayan hükümetimiz yeni bir karar almış: "Çanakkale'den Mersin'e kadar olan sahil bandında yabancılar için villa kentler ve tatil köyleri kurulacak"mış.

Bunu yaparken İspanya'yı örnek alacakmışız. Çünkü İspanya "geliştirdiği bu modelle, ekonomik olarak pek çok Avrupa ülkesinin de önüne geçmiş. Ekonomik olarak İtalya'yı zorluyormuş İspanya'nın 2011 yılında kişi başı milli gelirde Almanya'yı geride bırakması bekleniyormuş".

Ama "İspanya'nın dağı taşı da 'beton' olmuş"; ancak biz 'öyle' yapmayacakmışız!



Bir süredir Bodrum'dayım. Burada dağlarla denizler hep bir arada. Her yanda tepeler ve yamaçlar var. Ama burada olduğum süre içinde bir yere gidip gelirken kafamı kaldırıp yamaçlara bakmaya korkar oldum. Çünkü yamaçlarda yoğun bir "inşaat ve yapılaşma faaliyeti" var. Sahiller, düz alanlar tükenmiş çoktan.

Şimdi tipik Akdeniz bitki örtüsü "maki"lerle kaplı yamaçlar yerleşim yeri haline geliyor. Denildiği gibi "villa kentler", "tatil köyleri", "otel hizmeti veren 5 yıldızlı siteler", "özel yazlık malikaneler", "şato gibi evler" yapılıyor her yana.

Turizm sezonu dışında buraların en büyük faaliyeti bu; inşaat işleri. O kocaman çimento kamyonları vızır vızır. 10 dakikalık yolda en az 5-10 defa ya siz onların yanından, ya onlar sizin yanınızdan geçiyor.

* * *

Buralara inşaat yapıldığına göre buralar "arsa" niteliğinde olmalı, yani birilerinde bir "tapusu" bulunmalı diye düşünüyorum. Sonra buralara tapu nasıl verilmiş acaba diye soruyorum kendi kendime. Dağ bayır için kimler, nasıl tapu çıkarmış olabilir acaba?

Birilerine soruyorum; aldığım yanıt beni şaşırtmıyor. "Köylüler bir ağaç dikiyorlar sonra ardından burası benim deyip çeviriyorlar etrafını ardından, tapu çıkartıyorlar" diyor. Gerçekten "köylü"lerin bunu yapması olası mı acaba?

Yoksa "rüşvet" nedeniyle tüm memurları göz altına alındığı için hiç memuru kalmayan bir tapu dairesinde olanların benzerleri her yerde mi söz konusu diye aklımdan geçiyor.

Sonuç şu: Doğa katlediliyor, zaten "küresel ısınma" nedeniyle giderek azalan "yeşil" de hızla betona dönüşüyor.

Toprağın altındaki demir, kum, taş, toprak, çimento olarak toprağın üzerine istif ediliyor. Bakınca bir şeyler yapılmış gibi görünen ama aslında "inanılmaz bir tahribat ve inanılmaz bir kaynak israfı" her yere egemen olmuş durumda. Nereye baksam aynı; sahile yakın olan sırtlar neredeyse tümüyle dolmuş, biraz içeride olan yerler ise kapatılmaya ve aynı sürece sokulmaya çalışılıyor.

* * *



İşte bu güzergâhtaki köylerden birisine gittim son olarak. Biraz daha içerde kalıyor, onun için henüz oraya "yıkım işleri" fazla ulaşmamış. Tek tük ve eskiden olanlara benzer birkaç inşaat var. Ama çok zamanı da kalmamış. Çünkü yavaş yavaş orası da keşfediliyor.

Arkadaşlarımla oraya gittiğimde yolun kenarında bir "yaşlı dede" bastonuna dayanmış, hafif rampası olan köy yolunda yukarıdaki camiye doğru "sarsak sarsak" yürüyordu. Zorlandığını görünce arabayı durdurup indim ve koluna girdim, destek oldum. Önce "merhaba"laştık. Onun da kulağı benim gibi ağır işitiyordu. Birbirimize sesimizi duyurmak için bağırarak konuşmayı sürdürdük. Arkadaşlarım ileriye doğru gittiler, uygun bir yer bulup arabayı park etmek üzere.

Tanışma faslında "doktor" olduğumu öğrenince doğrudan söz oradan girdi. Bir tanıdığı, bir iş arkadaşı gibi gördü kendini. Çünkü o da bir sağlıkçıymış. Askerliğini "sıhhiye" olarak yapmış, sonra da birileri aracı olmuş, İstanbul'a gidip tıp fakültesi hastanesine müstahdem olmuş. Göğsünü gere gere "ben" dedi "askerden sonra İstanbul'da Guraba Hastanesi'nde çalıştım" dedi. Sonra camiye gitmekten vaz geçti. Orada bir taşın üzerine oturduk uzun uzun konuştuk. 50'li, 60'lı yılların Tıp Fakültesi'ndeki insanlardan söz etti; öğretim üyelerinin personelle, hastalarıyla, öğrencileriyle olan ilişkilerini anlattı, kendisinin bildiği ama benim adlarını bile duymadığım eski hocalardan, doktorlardan söz etti; çeşitli anılarını da araya katarak.

Sonra 25 yıl çalışıp emekli olduğunu, köye geldiğinde daha çok genç olduğunu ve çok çalıştığını anlattı. Bana evini ve yaşadığı yerleri göstermek istediğini söyledi. Kalktık az aşağıdaki evine doğru yürüdük. O zaman buralarda çok insan olmadığından ama herkesin birbirine çok yakın olduğundan, herkesin çok çalıştığından, sırttan aşağıya Bodrum'a üç saat yürüyerek en az haftada bir gittiğinden söz etti. Bir çok şeyi oralara, "dışarıyı görmüş ve bilen bir adam olarak" kendinin getirdiğini anlattı.

Eşiyle birlikte köyde ilk kez "sabun" ürettiğinden, üstelik onun içine değişik bitkisel esanslar katarak "kokulu sabun" ürettiğinden söz etti. Sabuna eşinin adını verdiğini söyledi ve elde yaptıkları sabunların kalıplarıyla, eşinin adı kazılı olan "ağaçtan damgayı" gösterdi.

Sonra sözü ona komşularının, uzak yakınlarının nasıl yardımcı olduklarına ve ama "bu kalabalığa karşın yalnızlığına" getirdi. Dünyanın, insanların, doğanın bozulduğundan söz etti.

Belleği, algısı, doğruyu görme ve değerlendirme yetisi yerindeydi. 90'ına yaklaşmış bu insan olanı biteni görüyor, bundan yakınıyor, ama elinden bir şey gelmemesi nedeniyle kendine hayıflanıyor ve bu olumsuzlukları yapanlara kızıyor, küfrediyordu. Onunla biraz da evine dair gündelik yaşantısına dair konuştuk. Tek odalık evindeki büyük "buzdolabı" ağzına kadar doluydu. Tek göz ocağındaki küçük tenceresinin içinde yemeği vardı. Üstü başı kirli değildi, "komşular arada alır yıkarlar" diyordu.

* * *

Yanından ayrılıp dışarı çıktığımda arkadaşlarım bana o kadar uzun süre ne yaptığımı sordular. "Konuştuk biraz" deyince güldüler ve o yaşlı insan için oradaki diğer köylülerin söylediklerini anlattılar. Köylülerden öğrendiklerine göre onun "yaşlı bir bunak" olduğunu söyleyip, hatta köy içinde adının önüne "deli" diye bir sıfatın konularak söylendiği bir kişi olduğundan söz ettiler. Yalnızca güldüm.

İşte o zaman aklıma geldi, "her köyün, her mahallenin bir delisi" olması gerektiği düşüncesi.

Zaten bir çok yerde vardı belki ama eksik olan yerleri de tamamlamak gerektiğini o zaman düşündüm. Hatta yalnız köylerin, mahallelerin, semtlerin değil, şimdilerde "villa kent"lerin, "tatil site"lerinin, hatta büyük kentlerde apartman "blok"larının bile bence "birer delisi" olmalı diye aklımdan geçirdim.

Çünkü yalnız onlar, günde en az bir kez bile olsa "doğru"ları söyleyerek, aslında bizlerin her birimizin, vicdanımızın söylediği "iç sesimizi" bize yansıtıp, bizleri kendimizle ve gerçeklikle yüzleştirebilirler, yapılanın anlamını ya da anlamsızlığını gösterip, uyandırabilirler.

Onlar olmalı bence! Düşünce özgürlüğüne "dışardan ve egemenlerce" getirilen kısıtlamalar ve sınırlamaların ötesinde, kendi kendimize bile söylemekten çekindiğimiz ama her birimizin şu ya da bu oranda katkıda bulunduğumuz "olumsuzlukları ve buna dair yaptıklarımızı" bizlere söyleyen "delilerimiz" olmalı gerçekten de.

Aslında belki de; eskinin deyişiyle birer "velî" olan o insanlar sayesinde, bu "kötü" gidişi değiştirecek bir şeyleri yapma, bir şeyleri bir yerinden tutarak "farklı olanı" yaratma olanağı buluruz.

* * *

Onun yaşantısına ve yaşam biçimine bakarak, o "deli/velî"lerin bize çoktan unuttuğumuz "dayanışmayı" yeniden anımsatıp, bir kez daha öğretebileceğini de düşündüm o sırada. Çünkü bu "duygu ve olgu" bugün onların yaşamlarının hâlâ en önemli unsuru. Yaşamak için sağlanması gereken gereksinimleri bu yolla karşılanıyor. İşte bunları da yeniden ve her yerde var edip yaşayabilmek için de "onlar" gerekli bize.

Tam burada biraz daha "ileri" gitmek ve bir düşüncemi paylaşmak istiyorum: Bu "her şeyi paraya tahvil etmiş dünyada" yaşayabilmek için içimizde bir yerlerde sımsıkı bağlayıp hapsettiğimiz kendi "deli"lerimizi, kendi "deliliğimizi" keşfedemez miyiz acaba? Delilerimizin incirlerini çözerek serbest bırakamaz mıyız, deliliğin verdiği cesaretle olan bitene bir de böyle itiraz edemez miyiz acaba?

Akıllıların, doğru düşünenlerin sözlerini dinlemeyen, gösterdiği yolda gitmeyen bu insan soyu, "petrol ya da para" için ortalığı kırıp geçiren, döküp saçan, hep birlikte bir "yok oluşa" doğru bizi götüren "deli"ler yerine, belki de o zaman "bize" inanırlar ve "bizim dediklerimizi" yaparlar.

Ne dersiniz çok mu "delice" şeyler söylüyorum sizce.

Sizin "deli"nizin daha iyi bir çözümü ve sözü varsa onu da dinlemeye hazırım!...

19/01/2008

12 Ocak 2008 Cumartesi

"Modern çağda 'romantik çeteci' olmak!"

"Yaşam hep ilerler, tarih hep ileriye doğru gider. O ilerlemeyi de "aykırı" olanlar, "uymayanlar" "mevcuda itiraz edenler" sağlar."

YOK; başlığa bakıp "TCK'nın 301. maddesi" ya da benzerlerinden yargılanmaya aday bir yazı okuyacağınızı düşünmeyin. En azından bunları o anlamda algılayan bir "yargıç" çıkana kadar!.



Hoş; bu satırların yazarı "o maddelerden ceza almış düşüncelerin altına imza atmış, o yazarların cezalandırıldıkları yazılarının yer aldığı bir kitabın yayıncısı olmuş" bir kişi. Dolayısıyla kendi düşüncelerini yazmaktan ve yazdıklarından dolayı "yargılanmaktan" korkmuyor. Ama gerçekten de "başka bir kurgu" ya da "başka bir bağlamda" bu konuyu tartışmak istiyorum sizlerle.

İki çıkış noktam var: Bunlardan birisi Radikal yazarı Türker Alkan'ın "Romantik çeteciliğin sonu mu?" başlıklı 18 Aralık 2007 tarihli yazısı.

Diğeri ise Bodrum-İstanbul güzergâhında "Bafa Gölü"nün kıyısında, her ordan geçişte "mutlaka konakladığım, en azından durduğum bir yer" olan "Çeri Dinlenme Tesisleri" ne dair düşüncelerim ve orada öğrendiklerim.

* * *

Önce Alkan'ın yazısından küçük bir alıntı yapmak ve onun dediklerine bir "mim" koyarak tartışmak istiyorum. "askerlik tarihinde yeni bir sayfanın açıldığı söylenebileceği gibi, Che Guevara, Mao, Aydınlık Yol gibi geçen yüzyılın romantik çetecilerinin ve çetelerinin de artık tarihe karıştığı ileri sürülebilecektir. Talabani geçenlerde 'Dağa çıkmanın vakti geçti' derken bunları düşünerek öyle konuşmuştu belki de, kim bilir?" diyor Sayın Türker Alkan Kuzey Irak'ta yapılan askeri operasyonların "başarı"sından söz ederek.

Yazısının sonunu da "Umudun olmadığı bir yerde, kışın soğuğunda, karlar arasında çetecileri

ne kadar tutabilirsiniz ki?" diyerek bağlıyor.

Bu sözlerin bir "gerçeklikteki" anlamı var; ama bir de "çetecilik yapmanın ya da gerilla olmanın" başka bağlamlardaki anlamları var. Bunları Bozcaada'da geçtiğimiz yıl katıldığım bir panelde de dile getirmiştim. Gerçekten "çağdaş çeteler ve çeteciler"e gereksinimimiz olduğunu söylemiştim..

Alışıldık olana, ortama, duruma, koşullara, ya da genel eğilime uygun davranmak gerçekten de "gerçekçi olmanın, makûl ya da akli" davranmanın önemli bir dayanağı ve belki de temel bir nedenidir. Böyle yapılarak yalnızca uyumlu davranılmış, dolayısıyla yalnız "uçlardan korunulmuş" olunmaz, ama bir de "olanın, mevcudun, durumun devamı sağlanmış" olur. En azından buna katkıda bulunulmuş olur.

Tıpkı "küresel ısınma tehlikesi"nden söz edenlere karşı "ama biz de kalkınmalıyız" diyenler gibi... Tıpkı "şiddet" tehdidini baskı, tenkil ve yok etme gibi yine "şiddet uygulayan" bir tavırla gidenlerin yaptığı gibi... Tıpkı "etnik kökenini" öne sürenlere "milliyetçi" bir yaklaşımla karşı duranlar gibi...

Oysa yaşam ilerler ve tarih hep ileriye doğru gider. O ilerlemeyi de "aykırı" olanlar, "akışa uymayanlar" sağlar. O anlamıyla "çete olmak", "gerilla olmak", çok sevilen sözcükle söylersek "eşkıya ya da aşkiya olmak" gerekir.

Örneğin küresel ısınmanın yarattığı olumsuzluklara karşı, endüstrileşmenin ve tüketmenin buna yaptığı katkıları görenlerin "kırlara dağlara çıkması" gibi "dağlara çıkma eylemi" sonu gelmiş, bitmiş bir şey değil, tam tersi geleceği kuracak en önemli tavırlardan da birisidir bana göre.

* * *



İşte bunlardan bir örneği de yazımın başında söz ettiğim Bafa gölü kenarındaki "Çeri Dinlenme Tesisleri"nde görüp yaşıyor ve bir bunlarla bir koşutluk kuruyorum.

Bafa gölü ülkemizin en önemli doğal kaynaklarından, hazinelerinden birisi. Yalnız tarihi, dini ve doğal özellikleri bakımından değil. Bunların yanından sahip olduğu potansiyel bakımından da öyle.

Antik dönemde adı "Latmos" olan Beşparmak dağı, eski dönemlerden bu yana insanların inançlarında önemli bir yer tutmuş. Bazı kaynaklara göre bugün bir göl olan bu yer aslında Ege denizinde bir körfezmiş ve "Latmos körfezi" adını taşıyormuş. Daha sonra Büyük Menderes dağlardan, ovalardan alüvyonları taşıya taşıya gelip onun önünü kesmiş ve körfezin ağzı kapanarak bir göl oluşmuş. Eski kaynaklarda adı bir "göl" olarak geçmiyor. Suyunun deniz suyu gibi "az da olsa tuzlu olduğu" bilinen bu gölün halen denizle bağlantısı sürüyor. Bu nedenle de "yılan balığı" var ve üstelik de çok lezzetli.

Bafa Gölü antik dönem kaynaklarında aynı zamanda "Ay tanrıçası Selene"in büyük aşkı "Çoban Endymion" ile her gece buluştuğu yer olarak biliniyor. Gerçekten de Bafa gölü'nde "mehtab"ın cok güzel olduğu noktasında o anı yaşayanlar aynı düşüncede.

2500 yıllık tarihi kent "Latmos" adıyla, Karyalılar tarafından, İÖ 1000'li yılların başlarında, Latmos dağının hemen dibinde ve antik dönemde körfez olan bu sahilde bir koloni olarak kurulmuş. Kente sonradan "Heraklia" denmiş. Bu adı taşıyan çok sayıda yerleşim olduğundan ona "Latmos Herakliası" denmiş. Herakleia kentinde 65 gözetleme kulesi ve uzunlugu 6,5 km. ye ulaşan çok iyi korunmuş surlar olduğu kaydediliyor tarihi belgelerde.

"Herakleia" I.Ö. 5.yy.da bütün Ege kentleriyle birlikte "Attika Delos Deniz Birliği"ne üye olmuş eski ve büyük bir kent olmuş ve bir yerleşim yeri olarak varlığını ortaçağın sonralarına kadar da korumuş.

Günümüzde "Kapıkırı" olarak bilinen yerde, agora, Athena Tapınağı, meclis binası gibi binaların kalıntıları var. Sık ziyaret edilen "Antik Karia"nın önemli ören yerlerinden birisi burası.

* * *



2007'nin yazında orada konakladığımda "eyvah" demiştim; "burası da elden gidiyor!" Son baharın sonunda yağan yağmurların hemen arkasından yeniden gördüğümde "eski halini gördüm, rahatladım."

Çeri Tesislerinin işletmecisi Yalçın Kocakaya'yla durumu konuşunca umudum arttı. En azından gölün kendi kendini koruması bakımından sahip olduğu potansiyel ve gösterilen özeni duyunca sevindim.

Yalçın Kocakaya ile tesisler ve onun yaklaşımı üzerine konuştuk biraz. Bu kadar güzel doğal ve coğrafi olanaklara sahip olduğu halde doğayı "tehlikeye atacak" tutum ve yaklaşım içinde değildi.

28 dönümlük arazi üzerinde bulunan Çeri Dinlenme Tesisleri'nde hem günübirlik piknik yapılıp, hem de konaklanabiliyor. Okaliptus ağaçları arasında yaklaşık 3 dönümlük bir kamp yeri var. Yemek yenilen açık ve kapalı alanları var. Tesis içinde bir de 50 yıllık "Yağhane"bulunuyor.

Burada kalındığında Antik Herakleia, göl içindeki adalar -ki en yakın olana suyun azaldığı dönemde yürüyerek ulaşmak mümkün olabiliyor- 13. yy'dan kalma Manastır ve Kilise kalıntıları gezilebiliyor. Ayrıca gölde yüzülebildiği gibi, birçok kuş çeşidini de bir arada görme olanağı mevcut.

* * *

Yirmi yıldan uzun bir süredir açık "Çeri". "Ranta ve rantiyeciye teslim olmadan ve prim vermeden"; "temizliğe olası en çok özen ve dikkati göstererek", "doğayı ve doğallığı koruyarak", "müşteriyi kazıklamadan" ve en önemlisi "her zaman güler yüzle" davranarak yaz kış sunulan hizmeti sürdürmesi gerçekten her türlü övgüye layık.

1985'den bu yana değil ama en azından 10 yılı aşkın bir süredir bildiğim ve uğradığım bir yer olarak, bir de onun adının hikayesini kendisinden öğrenince daha çok sevdim "Çeri Dinlenme Tesisleri"ni.

"Çeri" sözcüğü genel olarak "asker" karşılığı kullanılır. Yine çingenelerin başlarındaki yöneticilere de "Çeribaşı" denilir. Her ikisi de aklımdayken adın nedenini sordum. Yalçın Kocakaya bana amcası "Mustafa Kocakaya" ve onun babası "Hacı Kocakaya"nın eskiden dağlarda "çetecilik" yapan kişiler olduğunu, onlardan "övünç" duyduğunu belirterek söyledi. Amcasının yaptıklarıyla onun yaptıkları arasında "koşutluk" kurdum.



Alışılageldik tüm "eğilim"lerin tersine bir iş yapıyor orada. Büyük turistik merkezlerde, çok kazanmak, haybeden kazanmak, yok ederek ve tüketerek kazanmak yerine, bir dağın başındaki doğal güzelliği yeğleyerek, emek vererek, gerçekten hizmeti hedefleyerek ve bunları yaparken yaşadığı ortamı olabildiğince zedelemeden ve koruyarak bir işi gerçekleştirmek bence aynı tavrın bir devamı.

İşte bence bu devirde bunları yapabilmek bence "en büyük çetecilik", "en değerli gerilla tavrı".

* * *

Bu coğrafyanın pek çok yerinde, böyle örnekler, bunları yaratan ve vareden insanlar var ve hep olacak. "Romantik çeteciliğin" de, mevcudu reddeden ve "ileriden" yana olan bir "romantik devrimciliğin" de hep varolduğunu göreceğiz. Onlar bitmez ve bitmeyecek. Zaten onlar bittiğinde "insanlık" da ömrünü tamamlamış olacak.

Bence sizler de çevrenizdeki "her zaman olana, bu acımasız tüketim ve yokoluşa" itiraz edenlere dikkat edin. Onlardan birisi olamıyorsanız en azından onlara sempati ile bakın, onlara "sonlarının geldiğini" söylemek yerine ileriye gidişin onlar sayesinde olacağını söyleyerek onları olumlayın.

Bazen yalnız "düşünceler" bile dünyayı farklı algılamayı ve anlamayı sağlayabilir.

12/01/2008

5 Ocak 2008 Cumartesi

Edebiyatın, sanatın, felsefenin mekanı bir "unutma bahçesi"

"... Yazmak isteyen gençlerin veya eksilerek varolmayı seçmiş yaratıcı insanların gidebileceği bir yer olsun istedi... Burada insanlar kitaplar yazsınlar ve arada, birileri de öykülerini bağışlasınlar istiyorum."

BU sözlerin sahibi Latife Tekin. Kendi adının verildiği, Pelin Özer’le yaptığı söyleşinin kitabından alıntıladım.



Burada kastedilen yer bir süredir kıyısından köşesinden çalışmalarına katıldığım "Gümüşlük Akademisi". Burası 14 dönümlük bir bahçenin içinde doğayla çatışmayan, çelişmeyen, onu yok etmeyen, ona saygı duyan; yaşamak ve üretmek üzere düzenlenmiş mekanlardan oluşan bir yer.

İçinde yer aldığı Karya’nın insan ve kültürüne, onun felsefesine uygun bir mekan. Tekin’in dediği ve aynı adı verdiği bir romanda söz ettiği bir "unutma" bahçesi. Bu "unutma" sözünün pek çok anlamı var, onun için, akademiyi anlayanlar için.

Bunlardan birisi de bence "insanın kapitalist düzende doğaya, insana ve kendine yaptıklarını" unutmak. Unutmak çünkü "yeniyi, farklıyı ve başkayı" yaratmak için böyle bir "sıfır" noktası gerekli. Başlangıçlar için, "yeni" başlangıçlar için bir anlamda bir "reddediş ve kopuş" gerekiyor. Onun için burası bunun yaşandığı ve buraya bir şekilde sempati duyanların ve burada yaşamayı ve üretmeyi seçenlerin "unuttuğu", "unutarak eksildiği" ama aynı zamanda bana göre yine "unutarak çoğaldığı" bir yer.

* * *



Gümüşlük Akademisi’nin önce hayalde, sonra da gerçekte bir yaratılış ve varoluş öyküsü var. Uzun, çileli ama güzel bir yolculuk. Bugün varolan, yaşayan da aslında böyle bir "çileli" yolculuğun sürdüğünü gösteriyor.

Burayı yaratanlardan birisi de Ahmet Filmer. O öğrenim yaptığı, uzun süre yaşadığı, çalıştığı bir batı ülkesini bırakarak buraya geleli 25 yıla yakın bir zaman olmuş. Buralarda o zaman doğanın ve onun içinde onunla uyumlu yaşayan, henüz, ranta ve rantiyeye teslim olmamış insanlar varmış. Onlarla birlikte yaşamış, sonra burada yaşayanların, ama "farklı" yaşayanların çoğalması düşünü görmüş. Tekin’in düşleriyle buluşması ve buranın "kuvveden fiiile" çıkmasının başlangıcı da o zaman.

Akademinin benim de katkıda bulunduğum "internet sitesi"ni açarsanız, şöyle bir öyküyle karşılaşırsınız:


"Bir düşün sevgili Glaukon... İnsanların çocukluklarından itibaren ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş bir mağarada yaşadıklarını; öyle sıkıca bağlanmışlar ki, kafalarını kıpırdatmadan sadece önlerindeki duvara bakabiliyorlar. Arkalarında yüksek bir yerde bir ateş yanıyor. Kukla oynatıcılar ateşle mahpuslar arasında kurdukları sahnede kuklalarını oynatıyor, mahpuslar da önlerindeki duvarda kuklaların gölgelerini izliyorlar. Ömürleri boyunca başlarını kıpırdatmaksızın önlerine bakan mahpusların gözünde gerçekler yapma nesnelerin gölgelerinden ibaret kalmaz mı?

Şimdi bu mahkumlardan birinin zincirlerini çözelim. Yıllardır arkasında olan biteni merak ederek yüzünü ışığa dönecektir. İlkin kamaşan gözleri ışığa alıştığında gerçekleri bir bir görecek ve şaşıracaktır. Mağaradan dışarı çıktığında ise gerçek dünyayı görecek ve ancak o zaman görünen her şeyin kaynağının güneş olduğunu anlayacaktır. Şimdi bir an için onun yüreğinin iyilikle dolduğunu düşün; dönüp arkadaşlarına gerçekleri anlatmaya kalksa ona gülmezler mi? Onların zincirlerini çözüp kurtarmak istese, ellerinden gelse onu öldürmezler mi?"


İşte Eflatun’un 2400 yıl önce yazdığı Devlet’te bunlar yazıyor. Sonrasında bir soru var:

"O günden bu güne ne değişti?"

İşte değişen şeyi, yaratabilmek ve var edebilmek için bir şeyler yapmak gerekiyor. Yapmak yani bir "fiil" bir "eylem" gerekiyor. İşte o eylemin yeri "Gümüşlük Akademisi"!

Gümüşlük Akademisi’nin kapısı, bu felsefeye yakın, düşünen insanlara, sanatçılara, yazarlara açık. Onların bu değişim doğrultusundaki entelektüel "üretim ve eylemleri" için bir "mekan ya da zemin" olma düşüncesi hâlâ geçerli.

* * *

Bu noktadan sonra sözü sitede yer alan düşüncelere ve onların içindeki kimi sorulara bırakalım.

Toprak der ki:


"Bizi bu evrenin efendisi kıldığına inanılan akıl ve o aklın serüvenciliğine sürüklenen insan mı yazdı, yazıyor ve yazacak yeryüzü tarihini?
Evrensel birlikteliği ve bütünlüğü öneren bir varoluş etiğini geliştirmişse de, samimiyetinden hiç bir zaman emin olamayız insanın; hangi okulda okursa okusun, hangi bilgiyle yüklenirse yüklensin, hangi misyonla yola koyulursa koyulsun, sonunda yeni bir yıkımın tarihinin yazılmayacağının garantisi yoktur...
Bir şairdir, bir politikacı; kah filozoftur, kah teolog... ister bir bilim insanı, isterse bir derviş... hem dişi, hem de erkek... İyiyi ararken kötüyü bulan... güzeli isteyen, ama çirkini seçen... erdemliliği, ahlakı, vicdanı, adaleti önermesine karşın şiddeti besleyen, güvensizlik, korku ve tıkanmışlığa neden olan felaket senaryolarını yazmaktan bir türlü geri duramayan...
İnsanı önce hasta, sonra da tedavi eden, onu doyuran ve aç bırakan, onun yaşamasına veya ölmesine karar veren... uygarlıkları kuran ve kaldıran... Roma'yı yapan ve yakan... sorunu yaratan ve soruna çözüm arayan... soruyu soran ve yanıtlayan... hep o, akıl...
Batının doğuyu kucaklayabildiği, erkekle dişinin anlaşabildiği, anlamsal olanın yaşamsal olana ters düşmediği, bilimsel verinin sezgisel öngörüyü dışlamadığı bir dünya ve yarattığı eserinin esiri olmayan, doğal işleyişe kafa tutmayan bir insan aklı olabilecek mi? Yoksa, doğal yasa gereği, güçlü olan haklı olmaya devam mı edecek?"


Şimdi de sorumuzu soralım:

Peki ya o toprak? Sessizce boyun mu eğecek ona, o insana?

Işık der ki:


"İlk önce küçücük bir ışık kümesiydi dünya uzayın sonsuzluğunda! Boşlukta aydınlatacağı hiç bir şey yokken. Boşluğun aydınlanmaya gereksinimi yokken. Sonra ışık yavaş yavaş söndü. Sönerken soğudu.
Aydınlanmaya gereksinimi olanlar o karanlıkta peydahlandı.
Karanlıktan aydınlığa doğru uzanan yolun neresinde insan soyu? Aydınlığa mı yoksa karanlığa mı gereksinimi var? Aydınlığı sağlayanların ışığı, karanlıkta gelişenlere nasıl etki ediyor? Aydınlığı isteyenler, aydınlığı verenlerin ışığını azaltıyor mu yoksa çoğaltıyor mu? Yanıtı bilinmedik sorular mı bunların hepsi, yoksa biliniyor mu yanıtları?
Akademinin ışıkları var, akademiyi ve akademiye gelenleri aydınlatıyor... Aydınlatırken ışıkları sürekli artıyor, çoğalıyor ve büyüyor... Çünkü "akademi" ışığın büyüdüğü bir yer aynı zamanda, tabii ışığı büyüten bir yer de... Işığa koşan kelebekler gibiyiz hepimiz... Hem kendi ışığımızda çoğalıyoruz, hem aydınlandıkça çoğalıyoruz...

Ve o ışıktan aldığı güçle o toprakta büyüyen ekin der ki:


"Bu yola düştüğümüzde, rehberimiz bir düştü! Düşümüz önümüze düştü, biz de ardına düştük.
Bir de baktık, ne çok düşmüşüz... Ne çokmuşuz, ne çoğalmışız. Ne çok insanmışız. Ne çok düş kurmuş, ne çok yola düşmüşüz. O düşler için neler neler yapmışız. Küçük bir mola verip de ardımıza baktığımızda bu kez hem ardımıza düşenleri, hem de ardımızdan düşenleri gördük.
Şimdi önümüze bakıyoruz, ardımızı ve ardımızda bıraktıklarımızı unutmadan...
Yürüyoruz, duruyoruz, koşuyoruz. Ama hep üzerine bir şeyler koyuyoruz. Düşlerimiz büyüyor, bütünleşiyor çoğalıyor... Tıpkı yaptıklarımız gibi... Ama yapmadıklarımız, yapamadıklarımız da var. Önümüzde duruyor onlar. Adına "düş" diyoruz önce... Sonra gelişiyor bir "proje" oluyor. Projelerimizin bir bölümü ise artık "gerçek"...
En büyük proje "yaşamak"... En büyük proje "üretmek"... En büyük proje "yaşamı üretirken öğrenmek ve varmak insana"
Biz buradayız... Düşlerinizle, düşüncelerinizle, üretimlerinizle... Sizleri bekliyoruz... Biliyoruz; geleceksiniz!..."


* * *



Şu sırada burada; Gümüşlük Akademisi’nde "ortaklaştırılmış" bir büyük "düş" var. Buradakiler hep onu görüyorlar. Burada, Bodrum’da bir "kent müzesi" oluşturmak. Yitenlerin yitmekte olanların yaşamın içinde olduğunu, yitmediğini göstermek üzere, şimdiye kadar gerçekleştirilen tüm üretimlerden ve onların yarattığı kültürden oluşan. Ve o müzenin de içinde olduğu bir "enstitü" kurmak. Bugünden yarına uzanan. Bir ucundan tutmaya değmez mi sizce...Bir düşünün isterseniz...




05/01/2008