18 Ağustos 2007 Cumartesi

"Küresel Isınma"nın Farkında Olanlar ve Olmayanlar

Arabamı tamir eden bir motor ustası: "Abi toprakla uğraşanlarla bu işi bilinçli olarak öğrenenlerin dışında kimse kuraklığın farkında değil!." Bu gerçeklikle yalnız bir bölge ya da Türkiye karşı karşıya değil. Dünyanın tümünde benzer bir durumun söz konusu olduğunu okuyoruz, duyuyoruz, görüyoruz.


Anadolu insanı, özellikle hâlâ emeğiyle yaşamını sürdürenler, örneğin toprakla uğraşanlar, ya da doğanın içinde olanlar, artık adına "küreselleşmiş köy" denilen, "kavanoz dipli dünyada" olanı biteni iyi anlıyor, iyi algılıyor ve iyi biliyor.

Gezdiğim dolaştığım yerlerde bir araya geldiğim bu tür inanların hemen hepsi "küresel ısınma ve kuraklığın" farkındalar. Ama kentlerde oturan boyalı gazete ve televizyonlardaki ratingi yüksek programlarla, futbol maçlarını izleyenlerin çoğu ancak kendi evlerindeki depodaki su bitince bunun farkına varıyorlar ve "Belediye başkanları"na küfredek deşarj oluyor, sonra bir şekilde kendileri için bir yerlerden su buluyor ve yaşadığımız bu ciddi sorunun farkına bile varmıyorlar.

Motor ustasının yukarıdaki spotta yer alan sözlerin devamı şöyleydi:

"Abi dededen kalma dağda bir küçük arazimiz, içinde şimdi yazları zaman zaman gidebildiğimiz bir evimiz var. Orada belki dedemin dedesinin zamanından kalma eski bir kuyu vardı. Yaz sıcağında buz gibi su çeker, kana kana içerdik. İşten güçten gidemiyoruz, geçen hafta gideyim dedim, sabah atladım arabaya. Öğlene doğru ancak varabildim. Hava çok sıcaktı. Varır varmaz kuyuya kovayı sallandırdım, ‘took’ diye bir ses geldi. Bir fener tuttum baktım. Kuyuda su yok. Çok kötü oldum. Kocaman adam, başladım ağlamaya."

* * *

Evet insanlar çeşitli nedenlerle inkâr etseler de, görmezden gelseler, ya da dillendirmeseler de küresel ısınma ve onun yarattığı kuraklık bir gerçek.

O kadar gerçek ki, hemen her gün yukarıdakine benzer olaylara yayın organlarında rastlıyoruz. Kuruyan ya da alanı küçülen göller, suları azalan ya da tümüyle kuruyan çaylar, dereler, nehirlere artık çok daha sık tanık oluyoruz.

Bodrum’dan yola çıkıp kuzeye doğru sahil boyu arabayla giderken geçtiğim köprülerin önemli bir bölümünün altından artık su akmadığını fark ettim. Son olarak Burhaniye’den Edremit’e gelirken altından suyun akmadığı uzun bir köprüden geçtim. Yaklaşık elli metre enindeki nehrin yatağı kupkuruydu.

* * *

Bu gerçeklikle yalnız bir bölge ya da Türkiye karşı karşıya değil. Dünyanın tümünde benzer bir durumun söz konusu olduğunu okuyoruz, duyuyoruz, görüyoruz.

Yine rastladığım yaşlı bir kadının dediği gibi, "biz çocukluğumuzda gaz lambasıyla, yağ lambasıyla, sırasında çırayla aydınlanırdık; elektriksiz bir yaşam olabilir, onu nasıl çözümleyeceğimizi bulabiliriz. Ama susuz yaşanmaz oğlum, su yoksa yaşam da yoktur" saptamasını hepimizin yapması gerekiyor.

Öyle sellerin, tufanların olduğuna bakmamak gerek, onların da nedeni dünyanın iklim dengesinin bozulması.

Giderek vahşileşen kapitalizmin kârını ve rantını paylaşanlar ne kadar tersini söyleseler de bu bir gerçeklik.

* * *

Yalnız kentlerdeki susuzluk sorununa odaklanmak yetmiyor. Ciddi biçimde bizleri tehdit eden bir kuraklık haliyle karşı karşıyayız.

Çok yakında yiyecek besin bulamama, temiz içme suyuna ulaşamama gibi yaşamsal sorunlarımız olabilir. Bunun için zaman çok geç olmasına karşın yine de bir şeyler yapmak gerekiyor.

Motor ustasının sözlerinin benzerini, bu kaygıyı Gümüşlük Akademisi’ni kuran ve orayı sürdürmek için büyük çaba harcayan sevgili Ahmet Filmer de söylüyor:

"Akademinin bahçesindeki artezyen kuyusunun suyunun azaldı, yakında tümden biterse ne yapacağız onu düşünüyorum."

Şimdi bir "risk" sanılan bu sorunun ciddi bir "tehdit" olduğunu fark etmemiz ve çok uzak olmayan bir gelecekte bunun ciddi sorun yaratabileceğinden kaygılanmamız gerekiyor.

* * *

85’de bir kurs için yaklaşık iki ay kadar Etiyopya’da bulundum. Addis Ababa’nın kenar mahallelerinden birisinde bulunan "ALERT" adlı lepra (cüzzam) merkezindeki bu kursun son on gününde Etiyopya’nın bir başka yöresinde hastaları yaşadıkları yerlerde bulup, kontrol etmek üzere bir alan çalışması yapmıştık. Her sabah erken saatte arabalarımıza biner çoğu toprak yollardan geçerek uzak köylere giderdik.

Yollarda, ellerinde kocaman bidonlar, su kapları olan, onarlı, yirmişerli gruplar halinde çok sayıda kadın görürdük. Etiyopyalı meslektaşlarımıza sorduğumuzda onların 6-8 saatlik uzaklıktaki su kaynaklarına su getirmeye giden kadınlar olduğunu söylerlerdi.

Gerçekten de akşamları aynı kadın gruplarının bu kez ters yönde dolu su kaplarıyla yürüdüklerini görürdük. Bu ülkenin ortasından Afrika’nın ve dünyanın en büyük nehirlerinden birisi olan Nil geçiyordu. O nehrin bir kolunda yüzme olanağı bile bulmuştum.

Yine oradan bir anı daha anlatayım: Cüzzamlı hastaların hastalıklarının bir sonucu olarak derileri terlemez ve kurudur. O nedenle her gün suda tutup nemlenmesini sağlamaları ve ardından da derinin suyu uçmasın diye yağlamaları gerekir.

Orada köylere hastaları ziyarete giderken yanımızda bol miktarda su götürürdük. Köye vardığımızda sağlık istasyonunun olduğu yerde hastaları toplar önlerine bir kap koyar, içlerine koyduğumuz sulara ellerini ayaklarını nemlendirmek üzere sokmalarını isterdik.

Etiyopyalı çocukların onlar ellerini ayaklarını bu sulara sokarken ki bakışlarını hiç unutamıyorum. Sanki çok değerli ya da kutsal bir şeye ayaklarını sokmuşlar gibi "şaşkınlıkla" izlerlerdi olanı biteni. Yokluğun ve yoksunluğun anlamını sanırım en iyi onların göz bebekleri anlatıyordu.

* * *

Benim arabayı tamir eden ‘doğa sever, boş zamanlarında deniz ve kara avcılığı yapan’ motor ustası, televizyondaki bir belgeselde bu söylediklerime benzer görüntüleri izlemiş. Onu anlatarak sözlerini şöyle tamamladı:

"Abi çok korkuyorum yine de halimize şükrediyorum. En azından o hale gelmedik henüz. Yurdumuz hâlâ cennet gibi. Bizim onu el birliği ederek tahrip etmemize karşı direniyor. Neden biz de onu tahrip etmek yerine onun bu aslında bizim işimize yarayacak olan direnişine katılmıyoruz ki."

Bu adam kırk yıllık yaşamında belki hiç solcu, hatta sosyal demokrat olmamış, "düzene karşı direnme" sözlerini ona kimse öğretmemiş ve o da yaşamında belki hiç kullanmamış ama şimdi geldiği noktada "yapılması gerekeni hemen hemen herkesten çok daha iyi tarif ediyor."

Küreselleşmenin yarattığı endüstrileşmenin en kötü sonuçlarından birisi olan "küresel ısınma ve yaşadığımız bu kuraklık" için onun dediği gibi "neden direnmiyoruz", ben de çok merak ediyorum!...

18/08/2007

11 Ağustos 2007 Cumartesi

Çok Yaşa Diyene Kızan da Var!

Kiminin "daha çok yaşamak", kiminin de "hemen ölmek" istediği bu gezegende 50. yaşımı tamamladım. Buraya kadar ulaşmak, bana yine de "çok önemli" geliyor. Bu kadar sorunun, sıkıntının olduğu bir dünyada kendi adıma "iyi iş başardım" diye düşünüyorum.


8 Ağustos 50. doğum günümdü. Başka bir deyişle yeryüzünde bulunma süresi itibariyle ben de "yarım asır"ı geçtim ve "ellilik"lere dahil oldum. O gün arkadaşlarımdan telefonla, telefon ve İnternet üzerinden gönderilen mesajlarla arkadaşlarım yaş günümü kutladılar. Ben de onlara 50. yıldan "merhaba" dedim.

Anımsayan, anımsamayan tüm dostlarıma, arkadaşlarıma bir kez daha "merhaba" diyorum.

Cahit Sıtkı 35 yaşı "yolun yarısı" ilan etmiş ve şiirini buradan yola çıkarak yazmış ve yaşamı buna göre tarif edip anlatmıştı.

Günümüzde insan ömrü pek çok kişi için onun ilan ettiğinin çok üzerinde. Eskiden "işin bittiği ya da biteceği" kabul edilen 70 yaş bugün için olsa olsa daha yaşanacak yılların öncüsü, bir habercisi sayılıyor.

Bunun gerçekleşmesinde tıbbın ve teknolojinin sağladığı kimi olanaklar, yaşama dair bilgilerin ve deneyimlerin büyük rolü var kuşkusuz. Daha da uzun yaşayanlar var. Bilim "yüz" yaşına kadar yaşanabileceğini ileri sürüyor.

Sorulduğunda bu kadar yaşamayı umut edenlerle de karşılaşıyoruz sık sık. Yine de günümüzde insan soyunun ömrü, herkesin 100 yıl yaşayabileceği kadar uzun değil.

* * *

Tersine sık sık "erken ölüm"lerle de karşılaşıyoruz. Son bir hafta içinde en az iki "erken ölüm"den haberdar oldum.

Birisi bir meslektaşım: Yaşadığı baskılar nedeniyle kendi eliyle canına kıymak zorunda kalmıştı. Diğeri ise henüz yirmili yaşlarını tamamlamadan bu dünyadan bir trafik "kaza"sıyla ayrılmak zorunda kalan bir öğrenci.

Kazalar, stres ve gerginliğin neden olduğu bireysel şiddet, kârın ve hep kazanma isteğinin yönlendirdiği siyasi, ekonomik nedenli "zaptetme, egemen olma" anlayışının yol açtığı her türlü çatışmalar, toplu kıyımlar, savaşlar, artan "tüketim"in yol açtığı ve insan eliyle yaratılan çevre kirliliği, doğal ortamların ve yaşamın tahribi, özensizliğin, dikkatsizliğin, insanın insana ve kendisine yönelik saygısızlığının neden olduğu olumsuz sonuçlar, önlenebileceği halde önlenmeyen bulaşıcı hastalıklar, kötü ve dengesiz beslenme, kötü barınma koşullarının yol açtığı afetler, tüm bunların neden olduğu her geçen gün artan kanser olguları, çeşitli madde bağımlılıkları, kalp rahatsızlıkları ve daha binlerce neden...

Bunların hepsi de "erken ölümler"e yol açıyor. Dolayısıyla bu dünyada ve bu koşullarda "yaşamak" başlı başına bir başarı.

* * *

Yanlış olan, tüm bunların çoğunluk için "olağan" sayılması. Sessizlik, tepkisizlik ve "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" biçimindeki bencil bir mantığın egemen olduğu bir "kayıtsızlık" hali.

Kuşkusuz bunları olağan saymayanlar da var ve onların herhangi bir biçimdeki "karşı koyma"larının bedeli de az değil.

Dahası "karşı koymak" da erken ölümlere yol açabiliyor; bazen mücadele ederken, bazen de mücadele edilemediği için.

Yine de içinde bulunduğumuz ve yalnız insanları değil, doğayı, diğer canlıları ve giderek dünyayı "erken bir ölüme" götüren bu süreci durdurmak, "bu ölümler yaşanmadan önce yapılacak olanlarla" mümkün olabilir ancak.

Olumsuzluklarla savaşmak, yalnız olumsuzluk yaşandığında onun hesabını sormak değil. Onları yaratan koşulları görmek, fark etmek ve anlamak ve mücadele etmek de gerekiyor.

* * *


Bazen de "hâlâ yaşıyor olmak"tan yakınanlarla karşılaşıyoruz. Ölümü isteyenler ve "bir türlü gelmiyor" diyenler ve bundan "mağdur olduklarını" söyleyenler de var.

Öyle birisiyle Bodrum'da karşılaştım. Bir parkta oturmuş gazete okuyordum. Yanımda da sekseninin üzerinde yaşlı bir "amca" akşam güneşine bedenini vermiş hafif yollu kestiriyordu.

Birden "hapşırdı". Adet olduğu üzere "çok yaşa" deyince gözlerini açtı ve bana çok kızdı:

"Sen benim nasıl ve ne durumda olduğumu biliyor musun da bana 'çok yaşa' diyerek, adeta 'alay eder gibi' yaşadığım bu eziyetin sürmesini istiyorsun" dedi. Ben özür dileyip, sonra da "ne oldu amca, nedir derdin" deyince de uzun uzun anlattı.

Bugün 86 yaşında olan Halil Amca, kendi deyişiyle "eli ayağı tutana kadar" hep denizlerde yaşamış, bir deniz insanı olduğunu söyledi. Dünyanın çok değiştiğini, insanın insan ve kendisine saygısının kalmadığını anlattı. Şu anda içinde bulunduğu koşullardan ve yaşarken çektiği sıkıntılardan söz etti.

Sonra eskilere gitti. İnsanların insanlar için önemli olduğu günlere.

Yabancılaşmanın "olağan" hale gelmediği dönemlere. Yanındaki birinin aç, açık olmasının sorumluluğunun duyulduğu günlere.

Böylesi bir dünyada yaşamanın kendisi için bir "eziyet" haline geldiğini ve "bir türlü ölemediğinden" söz etti.

Belli ki en büyük gereksinimlerinden birisi "onu dinleyecek birilerinin" olması. Onlar ise ne yazık ki bu dünyada çok az. Metrekareye onlarca insanın düştüğü yerlerde bile insanlar birbirlerinden kilometrelerce uzak yaşıyorlar. Yanımızdakini dinlemiyor, ne halde olduğunu bilmiyoruz çoğumuz.

İstemeden de olsa ona da hak verdim. Çünkü "hak vermemek için" gerçekten de dünyayı başka bir hale getirmek gerekiyor.

* * *

Başta da dediğim gibi kiminin "daha çok yaşamak", kiminin de "hemen ölmek" istediği bu gezegende bu hafta 50. yaşımı tamamladım. Buraya kadar ulaşmak, bana yine de "çok önemli" geliyor.

Bu kadar sorunun, sıkıntının olduğu bir dünyada kendi adıma "iyi bir iş başardım" diye düşünüyorum. Özellikle bu yaşı hep birlikte göreceğimizi düşündüğüm ama "bizi bırakıp giden" arkadaşlarımın, dostlarımın sayısının her gün arttığını düşününce.

50 yıllık ömrüm boyunca bir yerlerde yolumun kesiştiği, tanıştığım ve bir şeyleri paylaştığım, sevdiğim, beni seven herkese benim için yaptıkları ve bana kattıkları her şey için bir kez de buradan "teşekkür" ediyorum.

11/08/2007