26 Nisan 2008 Cumartesi

"Yanlış yolda mı gidiyoruz?"

John Lister'in "Küresel 'Sağlık Reformu' Endüstrisinin Eleştirel Kılavuzu" kitabı Türkçe'de



İNSEV'den yani İnsan Sağlığı ve Eğitimi Vakfı'nın varlığından kaç kişi haberdar bilmiyorum. Ama insan sağlığını ve sağlık eğitimini önemseyen herkesin bu vakıftan ve çalışmalarından haberdar olması gerektiğini düşünüyorum.

Vakfın kurucusu, arkadaşım Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan ve arkadaşlarının bu yoldaki çabalarına, ne yazık ki bugüne kadar çok fazla katkım olamadı.

Geçen yıl vakıf gönüllülerinin bir buluşmasına katılmış, bu sırada da çok önemli bir çalışmayı sürdürdüklerini öğrenmiştim. "Çok önemli ve ses getirecek" bir kitabın çevirisini yapıyorlardı ve vakıf olarak yayınlayacaklardı.

Kitap geçtiğimiz ay içinde vakıf tarafından yayınlandı ve piyasaya çıktı, vakıftan da sağlanabiliyor.

* * *

Kitabın adı "Sağlık Politikası Reformu". Uzun adıyla söylersek "Yanlış yolda mı gidiyoruz, Küresel 'Sağlık Reformu' Endüstrisinin Eleştirel Kılavuzu".

Yazarı bir İngiliz; "John Lister". Bir sağlıkçı değil bir ekonomist aslında. Bizim ülkemiz dahil pek çok ülkenin gündeminde olan "sağlık politikası reformları"nı ele almış. Bir ideal ya da politik düşünce ile değil, hatta sağlık alanının temel doğruları bakımından da değil, bu reformların temek mantığı olan sağlık sektörünün ticarileşmesi ve piyasaya açılması sürecini bir "kapitalist işletmeci mantığıyla" bakarak değerlendiriyor ve sonunu da "bu iş yürümez, böyle yürütülemez" diyerek bağlıyor.

Kitabın Türkçe baskısı için yazdığı önsözünde Lister "... sağlık politikalarına dair kararlar, tam anlamıyla bir ölüm kalım meselesi olabilir. Bu kararlar, on milyonlarca insanın sağlık hizmetine erişimini -ve aynı zamanda milyonlarca sağlık çalışanının, profesyonelinin ve destek elemanının işlerini ve yaşam standartlarını- etkiler. Önemli olan, doğru kararların alınması, bu kararların kâr tutkusuna değil, halkın sağlık gereksinimlerine dayanması ve yaratılan sistemin, kaynakların en verimli ve adil şekilde kullanılmasının sağlanmasıdır." diyor.

Türkçe ve İngilizce baskısında yer alan iki ayrı önsöz okunduğunda kitabın kapsam ve içeriği anlaşılıyor. Yapmaya çalıştığı da.

Bence sağlık reformu konusunda "muhteşem" bir kitap ve "sağlık politikaları" konusunda mutlaka bilinmesi gereken doğrular yer alıyor içinde.

Ama okuması kolay değil. Çünkü 416 büyük sayfa. Size burada bu 416 sayfayı özetlemem olanaksız. Bunu yapamayınca "Peki 416 sayfa ne kadar zamanda okunur" diye düşündüm. Saatte 25 sayfa okuyan birisi için 16-17 saat gerekir en azından.

Çok meraklı olanlar bunu yaparlar; ama bu kitabı asıl okuması gerekenler, yani "sağlığı piyasanın eline teslim edenler" ve onlara "eyvallah diyenler"in bu kitaba bu kadar zaman ayıracaklarını düşünmüyorum. Keşke ayırsalar "ne yaptıklarını" gerçekten öğrenebilseler!

O zaman ne yapmak gerekiyor, bunu gerçekten bilmiyorum.

* * *

Aklıma şöyle bir şey geliyor: Yeni uygulamaya giren bir "cezalandırma yöntemi"nden yola çıkarak.

Bazı "kabahatleri" yapanlara bazı "kamusal görevler" ya da "akıllıca işler" yaptırılıyor.

Bence bir "hak"kı "hak olmaktan çıkarmak" da, bilmeden bir karara imza atmak da bir kabahat!

Hele hele sağlığı, sağlıklılığı, canı olumsuz etkileyecek kararlar söz konusu ise...

O zaman benim bir önerim var:

Yasaları irdeleyenler, yasaları uygulayanlar, "sağlık alanında bir karara imza atmış ve bu kararın birilerin canına, sağlığına mal olanlara" bu kitabı okuma cezası versinler bundan sonra.

Kitap okuma cezası bu insanları kitap okutmaktan soğutur mu bilmem.

Ama en azından "sağlıkta dönüşüm programın"ın yeni unsurlarına karar verenlerin ellerini ve yüreklerini biraz da olsa "titretebilir".

* * *

Bir hekimler, bir de başına gelenler, bir olumsuzluğu "ortaya çıkmadan önce önlemenin" anlamını çok iyi bilirler.

İnsanlar bir olumsuzlukla karşılaştıklarında, pişman olup ahlanıp vahlanırlar genellikle.

Ama hekimler, bilirler ve olacakları söylerler, dahası önlemeye çalışırlar.

İşte o "hekimler"in çoğu ve içinde bir araya geldikleri "örgütleri" bu işin doğrularını yanlışlarını yıllardır söylüyorlar.

Belki başka bağlamlarda ve başka biçimlerde söylüyorlar; ama kimse dinlemiyor, dinlemek istemiyor.

En başta bu ülkenin "sağlıkla ilgili işlerinin en üstündekiler"...

Yukarıda da dediğim gibi bu kitapta onların anlayacağı hatta benimsedikleri bir dilden ve somut örnekleriyle, tıpkı bir "maliyet - etkinlik raporu" gibi söyleniyor gerçekler ve bu "reform"lar uygulandığında değişik ülkelerde ortaya çıkanlar. Somut örnekler, yaşanmışlıklar üzerinden olanlar, gerçekler ve olacaklar söyleniyor.

Bunlara benzer kararları alıp, sonra geri dönenlerin yaşadıkları da kitapta anlatılıyor.

"Sağlık Politikası Reformu", uygulanan "sağlıkta dönüşüm reformu"nun sonuçlarını söylüyor.

Bizdekini değil, "dünyada olanları", bunu yapanların "düşüncelerini, hesaplarını anlatarak" söylüyor.

Bu kitabı yazan "John Lister" söylüyor.

O kitabı Türkçeye kazandıran "dört genç insan" buna emek harcamış ve 416 sayfayı dilimize kazandırmışlar, onlar söylüyorlar.

Bu kitabın Türkiye'de piyasada olmasını sağlayan, okura ulaştıran İNSEV Vakfı söylüyor.

* * *

Üstelik bu kitabın tam bu sırada okunması ve okutulması gerekiyor.

Yani GSS'nin eksikleri yanlışları, bir takım "örgüt"lerin mutabakatları ile "sanki toplum olumlamış" gibi bir görüntü yaratılıp yasalaştırılırken.

Tam bu noktada Anayasa Mahkemesine de seslenmek istiyorum:

Gelin AKP'yi kapatmak yerine onlara da "bu kitabı okuma cezası" verin. Onlara yalnız demokrasi adına değil, bu ülkenin insanlarının sağlığı ve sağlıklılığı adına bir şans daha verin.

Belki gerçekleri görür ve öğrenirler ve böylelikle bu ülkenin insanlarının tümüne saygı duyan ve seven bir "iktidarı"mız olabilir. Belki o zaman bu ülkenin ekonomisini emekleriyle ayaklarının üzerinde tutan "ayak takımı"nın varlığının önemini, anlamını fark edebilirler.

* * *

Benim yapabildiğim bu: Duyurmak!...

Peki daha ne yapalım?

Mecliste temsilcilerimiz yok ki o kararlara "oy vererek" katılan, imza atan milletvekillerine dinletelim!

Televizyonumuz radyomuz yok ki bir gün iş edinip bunun onlara ve topluma ulaşmasını sağlayalım!

Gazetemiz yok ki "bilmem kaç kupon" karşılığı milyonlarcasını dağıtalım!

Yapabildiğimiz yalnız varlığını duyurmak.

O da ulaşabildiğimiz bu tür "medya"ların müsaade ettiği oranda.

Sağolasın John Lister, sağolasın Zeki ve Işın Kılıçaslan, sağolasın Fatih Artvinli ve Can Özkardeşler. Sağolasınız çevirmen arkadaşlar ve bu kitaba emeği geçenler.

Sizlere de "sağolun" diyeceğim:

Bu kitabı okuyup da duruşunu değiştirenler ve bu ülkede "insanların sağlık hakkı"nın yaşama haklarının bir uzantısı olarak gören meclisteki "milletvekilleri".

Eğer okursanız!

"Sağolun".

26/04/2008

19 Nisan 2008 Cumartesi

Sağlık sınır tanımaz

Dün "Avrupa Hasta Hakları Günü"ydü, yarın "İstanbul Tabip Odası Seçimleri" var; sağlık hakkı ve sağlıklılık için elele vermek gerek.

YARIN seçim var. 25 bini aşkın hekimin üyesi olduğu, ülkemizin en büyük tabip odası olan İstanbul Tabip Odası'nın iki yılda bir yapılan "seçimli olağan" genel kurulunun "seçim" günü.

İstanbullu hekimler Sultanahmet Meslek Lisesi'ndeki oy verme yerinde, önceki yıllarda olduğu gibi bir "şenlik" havasında tercihlerini ortaya koyacaklar.

Üç listenin yarışacağı söyleniyor. Bir terslik olmazsa halen odanın yönetiminde bulunanların oluşturduğu "Demokratik Katılım Grubu"nun listesinin yine kazanacak gibi görünüyor. Çünkü hekimlerin hemen çoğu son dönemde başlarına gelenlerden kaygılı ve huzursuz. İktidarın desteklediği listeye hemen çoğu hekim karşı.

Bu listeyi, "Sağlıkta Dönüşüm Programı"na en büyük muhalefeti yaptığı için IMF'nin "bu örgütü ele geçirin" yolundaki direktifi doğrultusunda AKP hükümetinden yana olanlar, özel sağlık sektörü ile elele oluşturuyor.

Üçüncü liste ise her dönem aday olan MHP eğilimli hekimlerden oluşuyor.

* * *


Seçime katılımın çokluğu "sonucun demokratikliği"nin göstergelerinden birisi olacak sanırım.

Aktif hekimlik yaptığım yıllarda, çok uzun süreler "Demokratik Katılım Grubu" ve onun öncesindeki "Demokrat Hekimler" hareketinde yer aldım. Genel olarak sağlığa, hekim hareketine ve verilen mücadeleye bakış ve yaklaşımları "insandan, toplum sağlığından, bilimden ve haklardan yana".

Ama tek başına bunlar yetmiyor bence.

Bu süreçte tüm bunları benimserken "hasta hakları ve sağlık hakkı" için de mücadele etmenin gerektiğini fark ettim.

On yılı aşkın bir süredir, "hizmet alanların tarafında" ve "onların açısından bakarak" mücadele vermeye gayret ediyorum.

Hekim hareketi içinde son yıllarda "Sağlıkta Dönüşüm Programı" nedeniyle "sağlık hakkı" konusu biraz daha öne çıkarılsa da bu "bakışın eksikliği"ni şu anda da görmek, "en azından bir arada ve birlikte olunması gerektiğine ilişkin yeterince aktif tutum alınmadığını fark etmek" olası.

Hekimler "hizmetten yararlananları" kendi yanlarında, kendilerini de "hizmetten yararlananlarla" birlikte görmüyorlar.

En yakın olduklarında, temas ettiklerinde bile aralarında büyük bir duvar var. Aslında bu hekimlere tüm eğitimleri ve mesleki yaşamları sırasında verilen bir özellik. Tıp fakültesine adım attıkları andan başlayarak her an duydukları "siz farklısınız" sözü tutum ve davranışlarının tek belirleyicisi.

* * *

Sağlığa ve sağlık alanındaki mücadeleye "hekimleri" merkeze alınarak verilen mücadele hekimlerin "konumları ve tutumları" gereği ne yazık ki "sağlık hakkı ve hasta hakları"nın gerçek anlamda varolmasını sağlamıyor, sağlayamıyor.

Sağlık hizmetinde "aslolan" hizmetten yararlanan olmasına karşın, onun "nesneleştirilmesi" ve "ikincil" olması belki de "toplum sağlığı mücadelesi"nin yavaş olmasına yol açıyor ve güçlü kapitalist tekeller ve onların politikalarının uygulayıcısı olan hükümetler karşısında etkisiz bırakıyor.

Toplumun örgütlenme bilincinin eksikliği, getirilen engellemeler, yine "her koyun kendi bacağından asılır", "bana dokunmayan yılan bin yaşasın", "gemisini yürüten kaptandır" türünden "bencil ve özgecil düşünce ve tutumlar" "aslolan"ın öne çıkmasını önlüyor ve "örgütlenme bakımından" biraz daha ileride olanlar da "onlar olmaksızın mücadeleyi benimsediklerinden" bir anlamda havanda su dövülüyor.

Bir çok ilde seçime giren grupların hemen hiç birinde bu bütünleşmeyi sağlayacak yaklaşımları görmek olanaklı değil.

İşte bu nedenle ve sağlığa "bütüncül bakışla" oluşturulacak "ortak örgütler" bu ülkenin gerçek gereksinimi.

* * *



Başkanlığını üstlendiğim "Sağlık Hakkı Hareketi Derneği" bir yıldır bunu yapmaya çalışıyor.

Geçen yıl içinde gerçekleştirdiği bir dizi faaliyet sonucu bu çabalardan birisi bir "başlangıç" adımını attı:

Manisa ilinde aralarında hekimlerin, sağlıkçıların, emeklilerin, örgüt deneyimi olan insanların, bir çok kesimden gönüllü ve aktivistlerden oluşan yaklaşık 40 kişinin bir araya gelip oluşturdukları "Manisa Sağlık Hakkı ve Hasta Hakları Derneği" bu sırada oluşan örgütlenmelerden birisi.

Dün yani 18 Nisan Avrupa Birliği ölçeğinde ilk kez gerçekleştirilen "Avrupa Hasta Hakları Günü"ydü.

Bu gün bağlamında "Hasta Hakları Sınır Tanımaz" şeklinde belirlenen savı ortaya koyan ve bu alandaki örgütlerin birlikte yaptığı basın açıklamasında imzası bulunan Manisa Sağlık Hakkı ve Hasta Hakları Derneği de Manisa'da yapılan etkinlik sırasında varlığını kamuoyuna duyurdu.

* * *

Manisa'nın, "Yol'cu"nun yolculuğu sırasındaki duraklardan birisi olmasının önde gelen nedeni buydu. Dolayısıyla bu oluşumun "kuvveden fiile" çıkmasında katkısı oldu ve bir tür "kolaylaştırıcı rol" üstlendi.

Şimdi de oluşan bu yapıyı kamuoyuna duyurmak, benzer başkalarının oluşması için çağrıda bulunmak "gezerken"in üstlendiği görevlerden birisi.


Daha on beş gün önce Manisa'da bir araya geldiğim ve bundan sonra yapılması gerekenleri konuştuğum, derneğin kurucu yönetim kurulu üyeleri olan Fadıl Gezen, Mustafa Çeker, Bilal Kılıç, Elçin Mergül, Filiz Gökkaya ile derneğin kuruluşu sırasında büyük çabalar gösteren Zeynel Kaplan, Serpil Deniz ve Figen Pehlivan'ın yüzlerindeki geleceğe dair umut ve heyecanı görünce, bir tohumken bir fidan olan, ardından meyveye duran bir ağacın, gelişimine katkıda bulunan bir insanın duyacağı mutluluğun benzerini yaşadım.

Gözlerimi kapayıp, bu tür örgütlerin her ilde, her ilçede "pıtrak" gibi çoğaldığını düşledim.

Bir gün bunun da gerçek olacağını, dahası bu örgütlerin "sağlığın, sağlıklılığın ve sağlık hizmetinin ne olduğunu bilerek" ve "aslolan"ın kendileri olduğu bilincine vararak gerçekleştireceklerini düşündüm.

Örneğin Chavez'in Venezuela'sında, başkenti Karakas'ın varoşlarında ve diğer illerde iki yılda gerçekleştirilen, halkın kurduğu, halkın yönettiği ve sağlıkçılarla elele hizmetinden yararlandığı 8 bin sağlık ünitesinin benzerlerini oluşturabileceklerini aklımdan geçirdim.

* * *

Sağlık alanı ve hizmetin içindeki hiçbir unsur ve kesimin tek başına, yanlış olan bir sistemi değiştiremeyeceği, doğru bir sistemi kuramayacağı herkesin fark edebileceği bir gerçeklikken bunu yapmada "çekingen" durmak bana çok anlaşılır gelmiyor bana.

O nedenle çabam "hep birlikte olmak" için ve "bunları çoğaltmaktan" yana.

Yarın ben de halen üyeliğim sürdüğü için, diğer İstanbullu hekimler gibi Sultanahmet Endüstri Meslek Lisesi'ndeki İstanbul Tabip Odası seçimine gidecek ve tercihimi yapacağım.

Asıl tercihimi bundan bir gün önce buradan duyurmayı da bir görevim saydığım için, "Gezerken"in bu bölümüne, bu hafta konu ettim.

18 Nisan Avrupa Hasta Hakları Gününün sloganını biraz değiştirerek "Sağlık Hakkı ve Hasta Hakları Sınır Tanımaz" diyerek bitireyim.

Çünkü "sağlık sınır tanımaz".

19/04/2008

5 Nisan 2008 Cumartesi

"Memleketi kurtarırken yaşamı ıskalamak..."

Herkes yaptıklarının ya da yapmadıklarının hesabını önce kendine vermeli...


ONU tanıyalı çok oldu. Her zaman bana çok ilginç geldi.

"Bir gün seni yazacağım" derdim kendisine ve bunu duyunca önce kızar, çok tepki gösterir, sonra da "yapma; yazma abi be!" derdi.

Aslında bilirdim ki yaptıklarının bilinmesini isterdi. Birazcık içince anlatmaya doyamazdı.

Yine bilirdim ki imkânı olsa kendisi oturup yazacak o anlattıklarını.

Yazmaya başladıktan sonra kaç kere onu yazmak üzere klavyenin önen oturdum ama elim yazmaya gitmedi.

Şimdi artık yazdığıma itiraz edecek hali yok. Onun unutulmasını istemiyorum. Yazmamın nedeni bu.

En azından bir yerlerde bir kayıt olmalı; en azından ondan bir iz kalmalı.

* * *

-"Bir şarap paran var mı abi?"

Aynı anda belki 100 kişinin olduğu bir kalabalığın içinde benim yanıma kadar gelip bana sormuştu bu soruyu.

Önce hali biraz korkutmuştu beni. Sonra neden beni seçtiğini düşünmüş, biraz da olsa şaşırmıştım.

Cebimde ona verecek para vardı. Dahası o sırada benim de canım sıkkındı, bir yere oturup birkaç kadeh içmek ve gevşemek, sıkıntımı unutmak istiyordum.

Yalnız içmeyi sevmem; ona "olur hadi gidip birlikte içelim" dedim.

Dalga geçip geçmediğimi anlamak için yüzüme baktı.

Bakışından aklından geçeni anladım "Ciddiyim" dedim.

-"Senin gideceğin meyhanelere beni almazlar, sen şuradan 2 şişe şarap, biraz da yiyecek bir şeyler al, benim 'oraya' gidelim. Hem 'iki buçuk ufaklık' var, onlar da nasiplensin" dedi.

"Oraya" sözünü değişik bir şekilde söylemişti. Beni sınamak istediğini düşündüm o anda. Üzerinde durmadım. Ne almamızı istediğini sordum, Sırayla saydı. Söylediklerini aldım.

Birlikte bir süre yürüdük. Daha önce hiç girmediğim bir sokağa saptı, biraz ileride bir açık alana vardık. Bir okula benzeyen büyük bir binanın arka tarafına geldik.

Bir okulun duvarının arka tarafında, çöp atılan özel bir bölmenin yanında, tahta, karton ve plastik muşambadan yapılmış bir "kulübe" gördüm. Onun önüne kadar gittik.

-"Burası" dedi.

Kapı olarak bırakılan açıklıktaki çuvalı yana doğru itip içeriye baktım.

Gözüm karanlığa alışınca köşede yatan iki küçük çocuğu ve başlarında oturmuş bekleyen sarı bir sokak köpeğini gördüm.

İkibuçuğun ne demek olduğunu anlamıştım.

* * *

Kafamı uzatınca köpek küçük bir sesle bir kez havladı. Ya sahibinin kokusunu almıştı, ya da benden bir kötülük gelmeyeceğini düşünmüştü.

Çocuklar 5-6 yaşlarında ya var ya yoktu. Köpek havlayınca elini, sanki biri ona vuracakmış gibi kaldırdı ve ağlar gibi bir sesle "n'olur vurma abi, n'olur"dedi. Onun sesine diğeri de uyandı.

O da koroya katıldı. "Ona vurma abi vurma, o daha çocuk!"

Onların sesine adam içeriye girdi; "kalkın bakalım uyuşuklar, ben yanınızdayken kimse vuramaz size. Bakın bu amcanız da yiyecek bir şeyler getirdi!.."

Yiyecek sözü onları canlandırdı.

İkisi de oturdu ve uyku sersemi olan biteni anlamaya çalıştılar. Pasaklı ama boncuk gibi gözleriyle çok şirin veletlerdi ikisi de.

* * *

İlk muhabbetimizi o zaman yapmıştık. O kulübenin önünde o iki ucuz şarabı içerken. Yaklaşık 1 saatten fazla sürdü, şişelerin dibini bulmamız. O hep anlattı, ben hep dinledim.

O sırada çocuklar da aldığım yiyecekleri yiyorlardı. Yeme biçimlerinden birkaç gündür aç oldukları sonucunu çıkardım.

Sorunca "yok abi" dedi. "Bu sabah onları doyurdum. Ama doymuyorlar veletler. Ne verirsem kıtlıktan çıkmış gibi saldırıyorlar. Herhalde çok açlık çekmişler. "

Sonra onlarla bir gece sokakta karşılaştığını, kardeş olup olmadıklarını bile öğrenemediğini, kimlikleriyle, nereden geldikleriyle ilgili sorularına hiç cevap vermediklerini, polise vermek istemediğini, sokakta yaşarlarsa, diğer çocukların onları bozacağını düşündüğünü, o yüzden yanına aldığını, kim olduklarına dair bir şeyler öğrenince ana babalarını bulup teslim etmeyi düşündüğünü anlattı.

Tam bunları anlatırken "memleketi kurtarırken yaşamı ıskaladık abi" dedi. Sonra da ekledi: "Hiç olmazsa bu iki çocuğa hayrımız dokunsun!"

Bu lafın anlamını merak edip sorunca muhabbet uzadı ve başka yollara saptı.

Özetin özeti, söyledikleri şunlardı:

"Abi iyi insanlardık biz aslında. Kimimiz sahici okullu, kimimiz de benim gibi 'hayat' okulundan mezundu. Kendimizi düşünmedik hiçbir zaman. Bu memleketin insanlarıyla ilgili iyi şeyler düşündük. İyi yaşasınlar, canları, kanları, alın terleri birilerinin içkisine meze olmasın istedik. Doğru bildiklerimiz vardı. Hayallerimiz vardı. Az da değildik, onların bilmediği bir çok şeyi bildiğimizi düşünüyorduk. Onları, memleketi kurtarabileceğimizi düşünüyorduk. Yürüyüşler, mitingler, korsan gösteriler yaptık. Okulları, fabrikaları, tarlaları, mahalleleri işgal ettik. Boykotlar, grevler yaptık. Silahlı, silahsız eylemler yaptık. Okuduk, yazdık, günler geceler boyu konuştuk, sabahlara kadar tartıştık. Dergiler, kitaplar yayınlar çıkardık. Dağa çıkanımız bile oldu. Gencecik yaşamımızda yaşamımızın her anı bunlarla dolu dopdolu geçti.

Yaptığımız her şeyin insanların, toplumun, onların yararına, ortak geleceğimiz adına olduğunu düşünüyorduk. Arada sırada bunun böyle olduğunu da görüyor, bundan mutlu oluyorduk. Çok çile çektiğimiz, eziyet gördüğümüz zamanlar oldu. Her çeşit işkenceyi yaşadık. Haklı ve doğru olduğumuzu bilmek, bizleri dayanıklı, dirençli kıldı. Kimimiz öldü, kimimiz sakat kaldı ama onurumuzu hep koruduk ve yendik onları aslında.

Ama şimdi geri bakıp, düşünüyorum; tüm bunları yaparken, aslında yaşamın dışında olduğumuzu fark etmedik. En sonunda parçalana, bölüne, her kes kendi derdine düşünce fark ettim bunları. Yaptıklarımızı onlar için yapıyorduk ama, aslında doğrularımızı ve kendimizi kanıtlamaktan bir şeye yaramıyordu bunların hiç biri. Onları için canımızı verdiğimizi düşünüyor ama birbirimiz için ölüyorduk. Yani yaptıklarımız kimsenin yarasına merhem olmuyordu. Herkes kendi sorunlarıyla boğuşuyor ve bizleri uzaktan izliyordu. Yaşamın dışında ayrı bir dünya kurmuş o dünyada varolmaya çalışmıştık o güne kadar.

Vazgeçtim. Zaten kimse de kalmamıştı. Ama birlikte olduklarımın yaptığını da yapamazdım. Yaşamın içinde olayım derken yalnız kendi yaşamımın derdinde olamazdım. Sokağı seçtim. Bildiğim ve ulaşacağım tek yaşam yeri sokak oldu. Gerçekten de yaşam sokaktaydı. O iki ufaklığın karnını doyurmak, onların başını beklemek, sokakta bir derdi olana derdin nedir diye sormak, gücüm yettiğince bir işi olanın işini görmek, iki insanla muhabbet etmek ve akşamları birkaç kadeh bir şey içmek yetiyor bana. Bildiğim, yapabileceğim bu çünkü. Bir şey daha; kendi adıma hiç kirlenmedim. Kirli bir şey yapmadım. Yaptıklarım anlamsız ve olumsuzsa sonraki yıllarda yaşamım bu şekilde geçti. Bedelini ödedim yani, eğer yanlışsam."

Diyecek sözüm yoktu. Sustum.

* * *

Sonraları arada sırada yine rastlaşırdık. Hep aynı soruyla başlardı muhabbetlerimiz: "Bir şarap paran var mı be abi?"Şarabı alır, sonra bazen bir duvar dibinde, bazen deniz kenarında konuşurduk.

Gerçek miydi, kafasından uyduruyor, hayal mi kuruyordu bilmiyordum.Ama yaşadığı bir çok olaydan, militanlık döneminde yaptıklarından söz ediyordu çoğunlukla. Çok sordum ama hepsinde de "boş ver abi be" derdi.

-"Hangi siyaset olduğunu ne yapacaksın? Sence farkı var mıydı birinin yaptığının ötekinden?"

* * *

Yakındaki bir hastanede çalışan bir doktor arkadaşımla birlikteyken de rastlamıştık bir kez. O da bize katılmış ve bizi dinlemişti. Ayrılınca da "nereden bulduğumu" sormuştu. "Bu tür cins adamları" diye de vurgulamıştı. Takılmıştı kafama o lafı.

Önceki gün bir daha aradı. "Arkadaşın elimde öldü" dedi. Bir araç çarpmış, karşıdan karşıya geçerken. Çok uğraşmışlar ama kurtaramamışlar.

Aklıma çocuklar geldi. Onları sordum. Çocuk falan görmediğini söyledi.

Bir daha "çöktüm". Yine "yaşamı ıskalamıştı" anlaşılan.

05/04/2008