29 Mart 2008 Cumartesi

"Yenigün"de Yaşamı Savunmak

Yaşamları boyunca yaşamı var edemeyenlerin, yaşamı yadsımaları, yaşamları ortadan kaldırmaları ne kötü, ne dayanılmaz bir acı!..

ASLINDA bu yazıyı geçen hafta okuyacaktınız. Gündemi saptırmama ve çalmama kaygısıyla bu haftaya ertelendi.

Bodrum'da bahar
 Bodrum'a bahar geldi...

"Yol'cu" hâlâ Bodrum'da. Buraya "bahar" geldi. Dünyanın kuzey yarım küresinde pek çok ülkede olduğu gibi. Öyle olmasaydı, taa Çin'den buraya kadar 21 Mart'a "Yenigün" denilmezdi.

"Yenigün" demek "bahar" demek.

"Yenigün"le birlikte "yaşam" da geldi.

"Yenigün"de "yaşamı yaşamak ve savunmak" gerekiyor!

Pekçoklarının düşündüğünün tersine... Pekçoklarının yaptığının tersine....

Yaşamları boyunca yaşamı var edemeyenlerin yaşamı yadsımaları, yaşamları ortadan kaldırmaları ne kötü, ne dayanılmaz bir acı!..

İnsan soyu henüz gerçekten evrimini tamamlamamış gibi görünüyor gerçekten de.

Çok eksiğimiz var, hem de çok...

* * *

Yaklaşık on gündür, onbeş gündür "Yol'cu"nun yanı yöresi çevresi "bahar".

"Bahar" her yandan fışkırmış durumda. Yeşillik, "enva-i çeşit" çiçek, böcek...

Seyretmeye doyamıyor insan. Bol bol fotoğraflarını çekiyorum gördüğüm her yeni "canlı"nın, her yeni "yaşam"ın. Bir çoğunun adlarını bilmiyorum. Öğrensem de aklımda tutamıyorum zaten.

O kadar çoklar ki...

Ahmet Filmer, Akademi'nin sınırları içinde yediyüzü aşkın tür olduğunu ve yaşadığını söylüyor.

Üstelik her bir türün farklı dönemlerinde farklı görüntüleri, farklı adları var.

Bir çiçek bir gün başka türlü ertesi gün başka.

Bahar işte bu: "Yaşam" yani!...

* * *

Sizin için koparılmış bir mimoza dalı
İstanbul'da adalarında "mimoza"lar açtı mı bilmiyorum. Ama burada açtı.

Az önce aşağı köye giderken yolun kenarından bana, burada olduğunu söyledi.

Fotoğraf makinem yanımda değildi. Sizler için fotoğrafını çekmek için küçük bir dalını kopardım. Binlerce özür diledim kendisinden.

"Ulvi" amaçlar için, "yaşam" için, "yaşamı savunmak" için, bunları yazmak için ona kıydığımı söyledim ve "af diledim". Affetti mi bilmiyorum.

En azından sizler affedin beni.

* * *

"Yol'cu"nun durduğu yerde, Akademi'nin amfitiyatrosunun üst kapısının hemen sol yanında bir de "erguvan ağacı" var. O da geçen hafta patlattı tomurcuklarını.


Amfitiyatronun "Erguvan Kapısı"ndaki erguvanlar ve "Zen Bahçesi"ndeki morsalkımlar
"Erguvan Kapısı" diyorum oraya Oya Baydar'dan ödünç alıp.

Acaba boğazın erguvanları da boğazı bir baştan bir başa kaplamış mıdır?

İstanbul'dakiler de farkında mıdırlar acaba "baharın geldiğinin", "Yenigün"ün, "yaşam"ın? Gerçekten?

Yoksa trafik ve çevre kirliliği içinde ve birbirlerinin dibinde ama birbirlerinden kilometrelerce uzak insanların yalıtılmışlığını aşıp da bunun farkına varabilmişler midir?

* * *


Ya mor salkımların kokusu sizi alıp bir yerlere götürüyor mu her yanından geçtiğinizde?

Burada "Zen bahçesi"nin bir kenarından aşağıya doğru sarkan salkımları seyretmeye ve koklamaya doyamıyor insan.

O kokular yaşamın güzelliğini, doğanın ve yaşamın büyüklüğünü, "onarıcılığını" hissettiriyor insana.

Siz de hissedebiliyor musunuz? Sizin de burnunuza geliyor mu o kokular?

Yoksa burnunuzdan hiç gitmeyen bir "yanmış et kokusu" mu duyuyorsunuz?

* * *

 Japon Elması
Zen Bahçesi'nin "Japon Elması"nın çiçeği
Ya hemen onun solundaki "Japon Elması"nın tanımlanmayacak bir kırmızı renkteki çiçeklerini hiç gördünüz mü? Gözlerinizi yumup bir düşünün, belleğinizi zorlayın, anımsıyor musunuz?

En son ne zaman gördünüz onları yanınızda yörenizde?

Ben onları görür görmez, çocukluğumun Ankara'sına gittim birden.

Kaldırımların üzerinde 3-5 adımda bir duran "Japon Elmaları" aklıma geldi.

Acaba Ankara'da hâlâ "Japon Elmaları" var mıdır?

Acaba "ölüm tacirleri" de Japon Elmalarının çiçeklerinin ve baharın geldiğinin farkında mıdırlar?

Yoksa başka "al"ların ya da "kızıl"ların peşinde midirler?

Ya sürekli "ayrılık ne yana düşer usta, yalnızlık ne yana / ölüm hep bana, hep bana mı düşer usta" diyenler? Üstelik yalnız kendisinin duyacağı bir sesle?

Sürekli "ölümü düşünmek" ölümü çağırıyor. Çağırmayın! Çağırmayalım!...

"Yaşamı düşünmek" gerek "Yenigün"de!

* * *

 Saburluk
Siz "saburluk" nedir bilir misiniz?

Kıvrım kıvrım bir saç demeti gibi bir yeşilliğin içinde, durup durup sonra birden ortaya çıkan ve göğü delecekmiş gibi hızla yükselen bir sapın ucunda, ellerini göğe açmış dua eder gibi, bir yandan da çiçeklerini sunar gibi, dağı taşı yolların üzerini, her yeri kaplayan bu çiçeğin adının neden böyle olduğunu düşündünüz mü hiç?

"Bahar" ve "doğa" bir çok soruyu sormayı, düşünmeyi sağlıyor.

Yanlış yapmayalım diye...
Yanlış yapmayalım diye...

* * *

Dereköy'deki "Boru Otu"; aslında "ağacı" demek gerekli belki de
Peki benim daha önce çok gördüğüm ama ne olduğunu ancak şimdi öğrendiğim "boru otu"ndan haberiniz var mı?

Dereköy'den ileriye doğru giderken onun kocaman bir "ağaca" dönüştüğünü görmesem inanamazdım. Bir arkadaşıma sorunca o söyledi. Başka özellikleriyle birlikte.

"Ölümden başka her derde deva" olduğunu yazıyor "vikipedi" isterseniz siz de bakın.

"Ölüme çare var mı, öldürmemekten başka?"

Ne dersiniz "ölüm tacirleri", "bahar" geldi mi sizin oralara da?

"Yenigün" geldi mi sizin oralara?

* * *

"Karabaş"ın yalnız "köpek adı" olduğunu bilirdim eskiden.



Heryerde "ana baba kokusu"
Bana "çok cahilmişsin" diyebilirsiniz.

Bir arkadaşım "Nişantaşı"nda küçük bir demetinin 7 lira olduğunu söyledi.

Burada dağ taş onunla dolu.

"Anababa kokusu" da diyorlar.

Anaların babaların kokusunu özleyenler geldi aklıma.

Dağların başında, "karabaşlara" anababa kokusu adını kim koymuş onu merak ettim.

Siz de merak ediyor musunuz?

Asıl adı "Lavandula stoechas"mış. Bir çeşit lavanta yani.

Nefis kokuyor ve çok güzel de bir çayı oluyor.

O da her derde deva neredeyse...

* * *

Papatya, nergis, çiğdem, yasemin, aslanağzı, gelincik, buralarda "dağ lalesi" diyorlar, ballıbaba,

dağ sümbülü, yaban gülü, menekşe, fesleğen, kekik, fulya, gecesefası, horoz ibiği, küpe çiçeği, leylâk, mine çiçeği, reyhan...

Hepsinin ayrı bir öyküsü var.

Hepsinin çağırdığı, çağrıştırdığı bir dolu duygu, düşünce, gerçeklik var...

Onlarla dolu olmak demek "Yenigün"ü yaşamak.

Yaşamı yaşamak, anlamak ve savunmak demek...

* * *

Şimdi birileri bunu okuyunca "ortalık toz dumanken, insanlar ölürken bahardan, çiçekten, böcekten söz etmenin yeri zamanı mı" diyecekler. Çok iyi biliyorum. Diyecekler.

Zamanı!. Hem de tam zamanı.

"Yenigün"de, "Yenigün"den başka neden söz edilir ki!

29/03/2008

22 Mart 2008 Cumartesi

Zaman akıp gidiyor...

Giderken de kendisiyle birlikte pek çok "değeri" bir daha geri getirmemek üzere götürüyor...

ÖNCEKİ gün Gümüşlük Akademisi'nin Başkanı Ahmet Filmer'le yürütülen "Karya'nın Sözlü Tarih Çalışması" üzerine konuşuyorduk, o sırada bana Bodrum'da yaşayan ve "Girit"ten gelenlerden 102 yaşındaki Mustafa Özbaylan'ın öldüğünü söyledi. Haklıydı; zaman akıp gidiyor ve "değerleri"mizi de birlikte götürüyor...

"Yol"cu'nun Yolculuğu" sırasında kıyısından köşesinden bulaştığım işlerden birisi de bu "sözlü tarih çalışması". Henüz hazırlıkları ve ön çalışmaları sürüyor. Çalışacak, emek dökecek birileri var. Ama bu işler kaynaksız olmuyor. Kaynağa sahip olanlar da ne yazık ki bu işin yeterince farkında değiller ve konuya "bilinçli" bir şekilde yaklaşmıyorlar, pek çok insan gibi.

Bodrum'da 102 yaşında vefat eden Mustafa Özbaylan
Sadece "para"nın egemen olduğu dünyada "paranın sağlayamayacağı diğer değerler" onların umurlarında değil ne yazık ki.

Ama yola çıkılınca nasıl olsa bir yerlere varılıyor. O nedenle insanlar "umutlarını koruyor" ve çalışmalarını sürdürüyorlar.

* * *

Çalışma kapsamında ben de kendi ilgi ve bilgi alanımdan yola çıkarak, Bodrum'un eski eczacılarından birisi olan Sayın Yücel Ziylan'la bir "sözlü tarih söyleşisi" yaptım. Geçtiğimiz günlerde yaklaşık bir saatlik söyleşinin bant çözümünü de tamamladım ve çalışma grubunun başkanı ve bu işin "muharrik gücü" olan sevgili Yüksel (Selek) Abla'ya teslim ettim.

Bandın çözümü sırasında konuştuklarımızı bir daha anımsayınca ne çok şeyin yaşandığını ve henüz kayıt altına alınmadığını fark ettim. Sağlık alanında yaşadığımız geçmiş ve halen yitirmekte olduklarımız, hem bu alanda emek ve çaba dökenler, hem de bu sorunlarla karşılayan, onları yaşayan, sağlıklarından hatta canlarından olanlar açısından ne kadar önemli ve bizler için de büyük dersler taşıyor. Bildiklerimizin nasıl ve hangi bedellerle oluştuğunu insan bunları öğrenince çok daha iyi anlıyor.

Sağlık sorunları, hastalıklar, kaynak, araç, gerek, alt yapı, insan yokluğundan kaynaklanarak insanların kendilerine buldukları çözümlerde öğrenilecek ne çok ders var. Tıbbın yalnız "tıp fakülteleri"nde öğrenildiğini zannedenler bence yanılıyorlar.

Tıp da, sağlık da, bunların anlamları da ancak yaşamın içinde ve yaşayınca öğreniliyor. Onun için "bu işleri bilmeyen ve öğrenmeyen bazılarına" sağlık sistemini bir gecede değiştirmek" çok kolay geliyor.

* * *

Ecz. Yücel Ziylan

Bodrum'un eski eczacılarından Yücel Ziylan Bodrum'da sağlığı anlattı.
Bu konuyla uğraşırken "Bodrum"daki yaşamın "tıp ve sağlık" alanını araştırınca aslında bulunup ortaya konulacak bir hazinenin olduğunu fark ettim.

Hepsini çıkarıp ortaya koymak benim gücümü aşıyor kuşkusuz. Dahası buna olanağım da yok. Ama pek çok başka yerde olduğu gibi "hazine" orada dururken, üstelik de her gün biraz daha derinlere gömülürken "bir şey yapmamak" olmuyor.

Elimden gelen ise "yazmak". Çünkü o yazılar kalıyor ve benzer düşünceye sahip birilerinin birbirleriyle buluşması, dahası bir şeyleri üretmesi ve ortaya koyması için çıkış noktası oluyor.

Tıpkı "Bir Dermatoloji Müzesi Kurmaya Ne Dersiniz?" başlıklı yazım, deri hastalıkları alanının uzmanlık dergisinde çıkınca olduğu gibi. Sevgili hocam Doç. Dr. Adem Köşlü yıllardır topladığı ve biriktirdiği elindeki pek çok doküman, belge ve bilgiyi sergilediği elektronik ortamdaki "sanal dermatoloji müzesi" oluşturdu herkesin yararlanmasına sundu; hem de tek başına. Şimdi bunun sonra nasıl ve kimin tarafından sürdürülebileceğini düşünüyor kara kara!..

* * *

Şu sıralarda "Hıfzı Topuz"un "Elveda Afrika, Hoşça kal Paris" kitabını okuyorum. Sayın Topuz'un orada söz ettiği doktorların arasında bir de "Safder Tarim" var. Hekimlik yaşamı da entelektüel yaşamı da çok ilginç.

Biraz bu konularla ilgileniyor olmama karşın bu ismi daha önce duymamıştım ve bilmiyordum. Merak edip internette bir tarama yaptım. Yalnız sahip olduğu "resim koleksiyonlarının sergilenmesine" dair yazı ve haberler bulabildim.

Oysa yıllarca İstanbul'da yaşamış bir insandı. Benim çok uzun yıllar çalıştığım İstanbul Tabip Odası'nın üyelerinden birisi olmalıydı. Oysa onun sayfasında bile bununla ilgili tek bir kayıt bulunmuyordu.

Geçtiğimiz hafta 14 Mart'ın içinde olduğu "Sağlık Haftası"ydı. Hemen her yerde tabip odaları çeşitli etkinlikler yaptılar. Ben de Denizli Tabip Odası'nın yaptığı bir etkinlikte bir konferans verdim. O sırada Denizli Tabip Odası'nı kuran ve 1 numaralı üyesi olan Dr. Mustafa Zeytindalı da konuştu. 1926 doğumlu bir "genç delikanlı". Hekim olmadan önce 21 yaşında "öğretmen" olmuş. Hem de "baş öğretmen"lik yapmış. Kendisi adeta bir "ayaklı tarih"; anlattığı pek çok şeyden alınacak pek çok ders var. Orada duruyor ve yalnız "14 martlarda anımsanıyor."

* * *

Düşünürken, yine "Gezerken"de söz ettiğim benzer başkaları olduğunu da anımsadım ve bunların hepsini birleştirince yukarıda söz ettiğim bunun "anlam ve öneminin farkında olmayanların" arasında hekimlerin, eczacıların, sağlıkçıların meslek örgütlerinin ve onların yöneticilerinin de olduğunu da fark ettim.

Çünkü onların elinde de kaynaklar ve olanaklar var. Onların da "saklaması, koruması ve kayda geçirmeleri" gereken, her geçen gün zamanın kendisiyle birlikte sürükleyip götürdüğü, yiten kendi "değerleri ve tarihleri" de var.

Günümüzde teknolojinin olanakları sonsuz; elektronik ortamın içinde "geziler" bile düzenlenebiliyor. Bunları en erken kaybolacak olandan ve en kolay olandan başlayarak neden kayda geçirmiyoruz. Neden Sevgili Adem hocanın tek başına yaptığını örgütlü bir şekilde onlar da yapmıyorlar, yapamıyorlar.

Tıp Tarihi Müzesi'nin kuruluşuyla ilgili haberin kupürü

İstanbul Üniversitesi'nin "basın takibiyle ilgili bölümü"nün bana yolladığı bir haber ve kupürde Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nin Tıp Tarihi Anabilim Dalı'nın açtığı yeni "tıp müzesi"yle ilgili bir haber vardı. Belki de bir şeyler yapılıyor. Ama birleştirmek, bütünleştirmek ve herkesin ulaşabileceği bir hale getirme konusunda belli ki çok yetersiz ve isteksiziz.

Sağlık meslek odaları, uzmanlık dernekleri, üniversiteler, "ellerinde ya da yakınlarında kaybolmak üzere değerlerin" bulunduğu kişiler ve bu konulara emek verecek insanlar bir araya gelip bunları düşünmeli ve bir şeyler yapmalılar. Yitenlere karşı en azından saygımızı ve duyarlığımızı göstermek için bunu yapmamız gerekli.

Yoksa herkes o "değer dediklerimizin aslında bizler için de bir anlamı olmadığını" düşünecek ve bizlerden de başka konularda olduğu gibi "onların gözü 'para'yı görüyor" diyecek.

22/03/2008

15 Mart 2008 Cumartesi

Bir "14 Mart" ve bir "değişmeyen doktor"

"Yanlışları" benzer biçimde tanımlamak, ne yazık ki "çözümlerde buluşmayı" sağlamıyor; buna karşın yine de üzerinde "uzlaşabilecek bir hareket" noktasının olmasını önemsiyorum.

GEZERKEN yazılarımda zaman zaman "yolumuzun kesiştiği insan"lardan da söz ediyorum.

Bu hafta size yine sürdürdüğüm "yaşam yolculuğu sırasında" tanımaktan onur duyduğum bir insandan söz edeceğim: Prof. Dr. Coşkun Özdemir.



İtiraf edeyim, onunla ilk olarak ne zaman ve nasıl tanıştığımızı anımsamıyorum. Üzerinden otuz yılı aşkın bir zaman geçti. İnsan aklının "unutmayla özürlü" olduğu sözü doğru olmalı belki de.

Prof. Dr. Coşkun Özdemir İstanbul Tıp Fakültesi'nin "öğrenciye yakın olan ve onunla diyalog kurabilen", "demokrat diye tanınan", ender rastladığımız öğretim üyeleri arasındaydı. O bir çok insan için olduğu gibi bizim de "Coşkun Hoca"mızdı.

* * *

1980 öncesinde dönemin üniversite rektörü Prof.Dr. Haluk Alp'ten kurmaya niyetlendiğimiz "fakülte tiyatro grubu" için destek istemeye gittiğimizde bize "ben bu üniversitenin rektörü olarak kendi fakülteme ayrıcalık tanıyamam, ama grubunuzu üniversite tiyatrosu olarak oluşturursanız sizi desteklerim" demişti. Üniversitenin öğrenci tiyatrosunun birkaç yıllık bir aradan sonra yeniden oluşması da onun bu "öneri ve ısrarı" ile gerçekleşmişti.

Prof. Dr. Coşkun Özdemir de bizim "nazımızı çekmiş" önerimiz üzerine bu topluluğun "sorumlusu, yardımcısı, ilgilisi olan öğretim üyesi olmayı" kabul etmişti o dönemde. O zamanlar böyleydi, fakülte ve üniversitenin kulüplerinin kurulma ve çalışma "prosedürleri". Aynı zamanda Edebiyat Fakültesi'nin öğretim üyelerinden Prof. Dr. Cevat ÇAPAN ona destek olmayı kabul etmişti. Daha bir "kuvvetli olduğumuzu" hissetmiştik.

"Coşkun hoca"yla ilişkimiz 70'li yılların sonunda, "12 Eylül'ün hemen öncesinde" seçildiği İstanbul Tabip Odası Başkanlığı göreviyle daha da yakınlaşacak ve yoğunlaşacaktı.

Daha sonra bu ilişki "12 Eylül"ün zor günlerinde "zorunlu ve kısa" bir kesintiye uğrasa da birkaç yıl sonra kızımızın "bebeklik resmini" gönderdiğimiz, aile dışındaki tek insan olacak kadar yakın biçimde yıllarca devam edecekti.

Sonrasında Lepra Merkezi'nde çalışırken de, yapılanları doğru bulduğu için bu merkezi koşulsuz destekleyen, hemen her etkinliğine gönüllü olarak katılan sayısı çok az öğretim üyelerinden birisiydi.

* * *



Coşkun Özdemir'in yaşam öyküsü başka kaynaklardan bulunabilir. Burada ayrıntısına girmeyeceğim. Ama 1926'da Urfa'da doğduğunu, İzmirli bir öğretmen anne babanın çocuğu olarak çocukluğunu neredeyse cumhuriyetin ilk yıllarının Urfa'sında geçirdiğini, dahası bu yıllarda "cumhuriyetin ilk uygulamalarına" burada tanık olduğunu övünerek her zaman anlattığını söylemeliyim.

1993'de "yaş haddi"nden emekli olduktan sonra da haftada bir gün olsa da "fakültesi"ne giderek, bilgi ve deneyimini aktarmayı sürdürüyor. Çünkü "bilim insanlığı ve öğretmenlik mevzuatın belirlediği bir görev değil".

Kurduğu "Kas Hastalıkları Derneği"nde hastalarına hizmet vermeye devam ediyor. Çünkü "hekimlik de yıla, yaşa bağlı bir meslek değil".

Ülkenin, sağlık alanının, üniversitenin, tıp eğitiminin ve hekimliğin sorunları onun hâlâ üzerinde kafa yorduğu konular. Çünkü "aydın olmak da �akla ve duygulara sahip olunduğu sürece' devam eden bir özellik".

* * *

Prof. Özdemir'in başka özellikleri de var:

Cumhuriyete, Atatürk'e ve onun devrimlerine, aydınlanmaya ve bilime olan "inanç ve bağlılığı" da sürüyor.

"Ulusal Bağımsızlık"tan yana, "Laikliği" savunuyor ve "gericiliğe ve taassup"a şiddetle karşı çıkıyor.

"Demokrasiden yana" olduğunu geçmişte olduğu gibi bugün de söylüyor ama artık "demokrasinin varlığına ve hatta varolabileceğine inanmadığını" da eklemekten geri kalmıyor. Eğitimi "eksik ve yanlış olduğu" için bu halkın seçimlerini "doğru yapamayacağı"nı savunuyor.

Onları "savunduğu ve yukarıda saydığımız değerler ve ilkeler" çerçevesinde "eğitme"nin gerekli, önemli ve "herkesin yerine getirmesi gereken vazgeçilmez bir görev olduğunu" da ekliyor.

"Köy Enstitüleri", "Halk evleri" savunmaktan ve olmasını istemekten vazgeçemediği başta gelen çözümleri arasında.

Gündelik politikadaki "saflaşma"da da kendini "ulusalcı güçler"in yanında görüyor ve bunu her hafta yazı yazdığı "Cumhuriyet" gazetesinde ifade etmekten geri durmuyor.

"Ulusalcılığa" itiraz edenlerin ise bu sistemin egemenlerinin "değirmenine su taşıdığı"nı, dahası bir "inkâr ve sapma" içinde olduğunu düşünüyor, söylüyor.

* * *

Onun bu nitelendirmede bulunduğu grubun içinde ben de varım. Yazdıklarımdan, söylediklerimden yola çıkarak, benim için de böyle düşündüğünü söylüyor.

Son yıllarda çok sık karşılaşmasak da hekimlerin izlediği elektronik ortam aracılığıyla sürekli bir iletişim halindeyiz. Bu "farklı düşünce ve çözümlerimizi" orada özgürce ve serbestçe savunuyoruz.

Bir çok başkaları gibi "ben hocayım, ben bilirim" deyip susturmuyor ve susmuyor.

Farklı yaklaşımların sergilendiği tartışmalarımızdan sonra geçtiğimiz yılın sonlarında beni aradı ve son yayınlanan kitabından söz ederek, benim "sağlık medya" konusundaki kitabımla "değiş-tokuş" yapmayı önerdi. Kendisiyle randevulaştık ama buluşamadık. Yine de kitap değişimini gerçekleştirdik.



"Karşı Duruş" adlı kitabını okuduktan sonra kitapla ilgili düşüncelerimi ona yazdım. Dahası kendi web sayfamda da bu düşüncelerimi de yayınladım.

Sonrasında yine beni aradı; yüz yüze görüşmeyi ve tartışmayı önerdi. O sırada İstanbul dışındaydım ve İstanbul'a geldiğimde bunu yapabileceğimi söyledim.

Şubat ayındaki "Yol"cu"nun "İstanbul Molası" sırasında, bir öğleden sonra buluştuk ve görüştük "Coşkun Hoca"mla.

Ona "aykırı" gelen düşüncelerimi uzun uzun anlattım, o da kitabında "defalarca" söz ettiği düşünceleri bir kez daha yineledi. Bir çok konu üzerinde aynı düşünmediğimizi, aynı düşünemeyeceğimizi fark ettik ve dahası bunu da "tespit ettik". Ama bu "saptama"lar, "meslektaş", "öğrenci-öğretmen" ve "dostluk" ilişkimizi değiştirecek bir boyutta değildi.

Bunu hemen ertesi günü "Tabip Odası"nın düzenlediği "toplu oyun izleme" etkinliği sırasında Dostlar Tiyatrosu'ndan "Sivas 1993" adlı belgesel oyunu yan yana oturup izleyerek de gösterdik.

* * *

Bu gezerken de ondan söz etmek istedim. Çünkü onun ve onun gibilerinin varlığının "çok önemli" olduğunu düşünüyorum. Öncelikle yukarıda belirttiğim niteliklerin 82 yaşında sürdürebiliyor olması bana "çok anlamlı" geliyor.

Kitabını değerlendirdiğim yazımda da dediğim gibi, 82 yaşında "farklı düşündüğümüz ve ayrı düştüğümüz bir çok yanımız" olmasına karşın "hâlâ bana bazı şeyleri öğrettiği için" de bu böyle.

Sürekli yazdığı Cumhuriyet gazetesindeki "14 Mart"la ilgili olarak yazdığı "Sağlıkta Neler Oluyor" başlıklı yazıda söyledikleri de onunla buluştuğumuz az sayıdaki düşünceler arasında:

"Her şey bu iktidarın oluşturduğu halk ve emekçi karşıtı sistem ve politikalardan kaynaklanıyor. Bu politikalar toplum sağlığını tepeden tırnağa bozmuştur. Hükümet Sağlıkta Dönüşüm adı altında son derece tutarsız bir sağlık düzeni getirmeye çalıştı. Sonuç, sağlığı piyasalaştırma, hekimlerin özlük haklarını ihmal, özel hastaneleri tekelleştirme ve her yerde her alanda kadrolaşmadır. Bunun için atamalarda yasaları görmezden gelmekte, iktidar hiç bir sakınca görmüyor. �Seçimlerde halk bizi destekledi, o halde biz her istediğimizi yaparız' ilkelliği içinde bir iktidarla baş başayız. Şimdi sosyal hakları budayan, en yoksul insanlarımızdan prim almayı öngören Genel Sağlık Sigortasını çıkarmaya çalışıyorlar. Özel hastanelerde sosyal güvencesi olanlar da artık küçümsenemeyecek katkı payı ödemek zorundalar. AKP iktidarı meslek odalarını da ele geçirmek için büyük çaba harcıyor"

"Yanlışları" benzer biçimde tanımlamak, ne yazık ki "çözümlerde buluşmayı" sağlamıyor. Buna karşın yine de üzerinde "uzlaşabilecek bir hareket" noktasının olmasını önemsiyorum.

En azından geçen 30 yılı aşkın bir süredir, birlikte bir şeyler yapan insanların bazı konularda "benzer davranabileceğini" düşünüyorum.

* * *

1976 yılında Türk Tabipleri Birliği "14 Mart"ları baloların yapıldığı "tıp bayramları" şeklinde kutlanmaktan vazgeçilip, "toplumla birlikte" gerçekleştirilen "sağlık haftaları"na dönüştürülmüştü.

Bu haftaların "ikincisi"ni İstanbul Tabip Odası "merkez" olarak gerçekleştirirken "Tabip Odası"nda bu işle uğraşan ekibe katılmıştım, henüz 3. sınıfı okuyan bir tıp öğrencisi olarak.

O günden bu yana geçen sürede aslında "sağlık ortamı ve sağlık sorunları" açısından "değişen" pek bir şey yok. Günümüzde "14 Mart"lar yeniden "baloların" olduğu "tıp bayramlarına dönüştürüldü".

Bu belki de hekimlerin de bu durumu artık içselleştirdiğinin bir gösteriyor. Ama en azından bir bölümü daha çok "söylemleri"yle de olsa bu süreci tıpkı o zaman olduğu gibi bir "mücadele alanı olarak" görüyor ve bazı etkinlikler yapıyor.

Bu yazının yazıldığı zaman henüz gerçekleştirilmemiş olsa da bu yıl "14 Mart"ta diğer tüm emekçilerle birlikte hekimler de "üretim süreçlerinden aldıkları gücü" ortaya koyarak "iş bırakacaklar". Daha önce dedikleri gibi "G(ö)REV" yapacaklar.

Hükümet tarafından uygulanmakta olan "Sağlıkta Dönüşüm"den bir "değişim" yaratacak mı bilmiyorum.

Ama ne kadar ayrı düşünsek de, farklı olsak da, "benzer tanıları koyduğumuz" hastalıkların çözümü için belki de "benzer çözümler önereceğimiz" yeni duruşları ortaya çıkarabiliriz diye düşünüyorum.

15/03/2008

8 Mart 2008 Cumartesi

"Beklenen Ulak" doğru mu söylüyor

İlgilenmek, okumak, öğrenmek, her zaman bilmeyi sağlamıyor: "Cüzzam kötülere ve kötülüklere karşı durmayanlara verilen bir ceza değil."

"BABAM VE OĞLUM" filmiyle adından çok söz ettiren Çağan Irmak'ın son filmi "Ulak"la ilgili gazete yazılarını okuduğumda yollardaydım.




Doğrusu ilgimi çekmesine neden olan asıl yazı, onun da "filmi en iyi anlatıyor" dediği Radikal'de yer alan "Hakan Dalmızrak"ın yazdığı "Meselemiz inanmaktır ey izleyici" başlıklı yazıydı.

Bu yazıda şöyle deniyordu:

" 'Ulak' bir kurtarıcı hikâyesinden çok, o kurtarıcıyı düşlemenin, ona inanmanın ve onu beklemenin hikâyesi. Hikâyeci kendi kurtarıcısını zaman zaman dini temellere dayandırıp zaman zaman fantastik boyutlarda anlatırken ve zaman zaman da akıl ve gerçeklikle kesişme noktaları aktarırken sürekli bir değişebilirlik halini vurguluyor. 'Ulak'ı tasvir ederken herkes kendi kahramanını anlatıyor bu yüzden. Herkes kendi kişisel hikâyesine yerleştiriyor onu. Herkes onun gelmesini ve hikâyenin sonunu farklı oluşturuyor hayalinde. Hikâyenin onu dinleyen kişi kadar sonu var ve film hikâyeyi dinleyenlerden birinin 'oluşturduğu' sonla bitiyor. Filmde bunu vurgulamak pahasına altyazılara bile başvuruluyor. Meselemiz inanmaktır ey izleyici, hayal etmektir, bir hikâyenin olmasıdır asıl hikâye!"

Hemen o sıralarda bir arkadaşımla internet üzerinde mesajlaşırken "Beklediğimiz 'ulak' olacaksın galiba" deyişi filmi izlemek için yeni ve büyük bir dürtü yarattı bende.

* * *

Yolculuğun güzel yanlarından birisi de bu: "Özgürsün". Programındaki herhangi bir boşluğu o anda yapmaya karar verdiğin güzel bir şeyle doldurabiliyorsun. Ankara Mithatpaşa Sineması'nın bir küçük salonundaki "öğlen seansı"nda filmin ikinci haftası olmasına karşın 8 kişiydik.

Film gerçekten de etkili ve güzel başladı. Fantastik filmlerden pek hoşlanmam. Hele basında "Ulak"la ilgili tartışmalarda, "benzerlikler kurulan ve adından söz edilen" filmlerin hiç birisini görmemiştim. Ama "Ulak" filmi "yakaladı" beni. Soyutu anlatırken yeğlediği "masal anlatma" formu hoşuma gitmişti; kendimi filmde gördüklerimden yola çıkarak serbest çağrışımların düşsel girdabına bırakmıştım. Kah uçuyor, kah yüzüyordum. Filmdeki köy bana "Harran"ı anımsatmış, hemen uçarak bir anda kendimi orada bulmuştum. Çocuklar ne kadar da benziyordu oradaki çocuklara...

Zamanın içindeki yolculuk beni insanlık tarihinin o evresinden bu evresine, geçmişten geleceğe, gelecekten bu güne savurmuştu. Kocaman evrenin ve zamanın içinde dolanıp duruyordum; bir "ulak", bir "taşıyıcı" gibi...

Öykü güzel, "benzetmeler" yerindeydi ilkin. İyiler ve kötüler vardı. Bugünkülere benziyorlardı.

Her masalda olduğu gibi "iyiler"le "kötüler" savaşıyordu. Çocuklar vardı o masalı "masal" yapan, anlamaya çalışan, dinleyen, soran, merak eden ve kendince bir şeyler anlayan...

İyi oyuncular vardı, "Çetin Tekindor" gibi, "Hümeyra" gibi, "Şerif Sezer" gibi, anlatıyı gerçek kılan. Sinemanın teknik olanakları olabildiği kadar iyi kullanılmıştı. Işık, kamera hepsi yerli yerindeydi.

* * *

Hatta arkadaşımın söylediği sözden yola çıkarak kendimi "Ulak İbrahim"in yerine koymuş, "Yol'cunun Yolculuğu"nda taşıdığım yükleri, iletileri, mesajları, niyetlerimi, düşlerimi, planlarımı yeniden düşünmeye başlamıştım. Sonra kendi kendime sormaya başlamıştım; "Benim savaştığım kötüler kimdi, ne için savaşıyordum?" Benim bu yolculuğumla iletmeye çalıştığım "benim mesajım" neydi?

Filmden ve yaşadığım gerçeklikten yola çıkarak bunları kafamın içinde birbirine bağlarken, birini ötekinin içine sarıp sarmalarken, filmin ilk yarısı tamamlandı.

Sonra "mesajı iletenlerin" mesajları, yazdıkları kitapları ve o kitapları yazmalarından ve çoğaltmalarından kaynaklanan sonları gündeme geldi. Kötüler bir kez daha iyileri yenmişti. Onları "katletmişler" yeni umutlar doğuracak toprağın bağrına" gömmüşlerdi. Ama onlar oradan da ses veriyordu. Çünkü tek "umudumuz" çocuklar henüz toprağın üzerinde ve yaşıyorlardı.

"İlahi adalet" o zaman ortaya çıktı; kötülerin cezasını vermek üzere. Üstelik yalnız kötülerin değil, kötülüklere ses çıkarmayanların, kötülere karşı koymayanların da cezasını verecekti."

Peki ya "ceza" neydi?

İşte zurnanın "zırt" dediği yere gelinmiş, o güzel uykudan uyanılmış, düşlerim gerçeğin soğuk duvarına çarpılmıştı. Benim için de öyleydi. Birden uyandım.

* * *

Yine Radikal'de Çiğdem Öztürk yazdığı " 'Ulak' kulağınıza küpe olsun" başlıklı yazının sonunda şöyle diyordu, Çağan Irmak'a atfen: "Irmak, 'Ulak' için belli bir kitabı ya da spesifik bir masalı ele almadığını söylüyor. Filmde en sevdiği yerin final bölümü olduğunu söylüyor: 'Çünkü orada kapının tam eşiğinde durup geriye bakan ve unutmamaya karar veren bir çocuk var. Hümeyra'nın, 'Unutun köyü, sakın arkanıza bakmayın,' demesine rağmen bir tanesi cesaret edip bakar arkasına. Terk ettikleri aslında köy değil, çürümüş bir sistem. Geride bir belgecinin kalışı benim için çok önemli." diyordu.

Evet gerçekten de en önemli bölüm filmin "final"iydi. Çağan Irmak bu masalın sonunda "kötülere ve kötülüklere karşı koymayanlara verdiği cezaya" yıllardır bu düşüncenin tersini topluma anlatmak için uğraştığım bir hastalığın adını veriyordu: "Cüzzam".

Geri dönüp bakılmaması, unutulması gereken durumu benzettiği hastalık "cüzzam"dı.

Tanıdık bir "metafor"la yüzyüze gelmiştim işte. "Cüzzamdan kaçar gibi kaçmayan ve cüzzam için 27 yıl çaba sarfeden ben yeniden 'cüzzam'la karşılaşmıştım."

Tıpkı "Ben-Hur"da olduğu gibi. Tıpkı "Rabia Hatun"da olduğu gibi. Tıpkı "Kelebek"te olduğu gibi.

Yine birisi ortaya çıkıyor ve "Cüzzam eşittir kötülere verilen ceza" diyordu.

* * *

Oysa "Cüzzam" öyle bir hastalık değil. Bir mikrobu var. Mikropla oluşuyor. Hastalar "kötü oldukları ya da kötülüklere 'eyvallah' ettikleri için" bu mikrop onları gelip bulmuyor. O mikrop 35-40 yıldır etkin, ucuz tedavi yöntemleriyle yok edilebiliyor. Bu ülkedeki "cüzzam"lı hastalar bu tedavileri uyguladılar. Ama "cüzzam" öldürmüyor. Onların bir bölümü bugün halen aramızda yaşıyorlar. Sayıları çok az değil. Sağlıklı çocukları, torunları var. Komşuları yakınları var çevrelerinde. Eskilerde kalan yanlış inançlar, ön yargılar, boş inançlardan daha yeni yeni onları eskisi kadar etkilemiyor. Ama yine de "kaygıları", bu "deişimi eskiye çevirecek birilerine duyduğu korkuları" var hâlâ.

Hemen tümünü ben yakından tanıyorum.

Onlar "kötü" insanlar değil. "Kötülüklere, yanlışlıklara göz yuman insanlar da değil".

Toplum içinde böyle insanlar ne kadar varsa onlar arasında da aynı oranda var. Hz. İsa'nın "Maria Magdalena" için söylediği sözün benzerini yineleyeyim:

Onlar için "kötü ya da kötülüklere göz yumuyor" diyecek olan insanların bu bakımdan "arınmış, ter temiz olması, elinde hiç kiri olmaması" gerekiyor. Eğer öyle birisi varsa onlar için bunu söyleyebilir.

Masal anlatırken, bir benzetme yaparken bile böyle olması gerekiyor.

* * *

"Teşbihte hata olmaz" deniyor; bence olur, oluyor. Eğer "teşbih"i yapan "benzettiği ile benzeyen"i yeterli ve doğru bir şekilde bilmiyorsa oluyor.

Sıkça söylediğim bir söz vardır: Bilgisizlikten korkmam. Eksik ya da yanlış bilgiyle "bildiğini iddia edenlerden" korkarım. Toplumda, çevremizde, yaşadığımız her yerde o kadar çoklar ki.

Onlara bakarsak; o kadar çok şey biliyorlar ki. O bildiklerinden yola çıkarak topluma ve toplumun tutum ve davranışlarına etki eden o kadar çok söz söylüyorlar ki. Toplum onların söylediklerine inanıyor. Doğru kabul ediyor. Bundan sonra "gerçek doğru" değil, onların "yalan doğru"ları toplumun kabul ettiği doğrular haline geliyor.

Yani "biri bir kör kuyuya bir taş atıyor". Sonra "attıkları taşı, o kör kuyudan kırk akıllının çıkartması" gerekiyor. Kuyular böyle taşlarla dolu. "Ulak"ın yaptığı gibi. Tabii her zaman bulunmuyor o "kırk akıllı". Bir tane iki tane olsa neyse ama "kırk akıllı" bulmak çok zor.

Hele hele "insanların görmek, bilmek, duymak istemedikleri, 'yok saydıkları' " gerçeklerin doğrusunu bulmak için hepten zor o kırk akıllıyı bulmak.

Ama eğer Çağan Irmak dediği gibi, "yanlışa, kötüye, çürümüşe, bozuk olana" karşı dediği kadar duyarlıysa, o kör kuyuya "yanlışlıkla" attığı bu taşı çıkarma konusunda "sayıları kırka ulaşmasa" da mevcut olanlara "katılmak" zorundadır.

Başka çaresi yoktur. Bu "yanlışını" doğruya çevirmek artık onun en azından bu ülkedeki cüzzamlılara ve onları iyileştirmek için uğraşan 30 yıldır "dağ bayır gezen" insanlara karşı inkâr edemeyeceği bir borçtur.

08/03/2008

2 Mart 2008 Pazar

Bir ayı geçmiş, yazmamışım...

"Yol'cu"nun izini sürenlere, ondan haber bekleyenlere merhaba,

Ayda bir yazıyordum, bu kez "bir ayı" geçirmişim. Hemen hemen 40 gün olmuş.
Ocağın son haftasında Akademi'de sürdürdüğümüz "sözlü tarih çalışması" kapsamında çok değerli bir insanla, Sayın Ecz. Yücel Ziylan'la bir "söyleşi" yaptım.
Şubat başında ise "Yol'cu"yu Gümüşlük Akademisi'nde bırakıp otobüsle yola çıktım. İlk hafta içinde Ankara'daki bir etkinlik ve İmece Evi'ne bir "merhaba" molası vardı.
Ardından da 16 gün boyunca "İstanbul"
Hızlı ve "toplantılarla, buluşmalarla" dolu dolu geçti.
Tam burada Sevgili Hrant'ı anmalı ve onu anımsatmalıyım. İstanbul'da olduğum günlere denk geldi; onu katledenlerin duruşma günleri. Takipçisi olanların arasında yerimi alabildim.
11 ve 25 Şubat'ta yine Barbaros Meydanı'nda toplandık ve "Hrant için, Adalet için" diyerek, talebimizi bir kez daha dile getirdik.

* * *

Bu arada İstanbul'a yağan karda boğazda tur atıp fotoğraf çekme olanağı bile buldum.
Güzeldi.
Kısa olduğu için mi, uzun zamandır görmediğim ve yeni tanıdığım insanları gördüğüm için mi bilmem bu kez varması da, orada kalması da, ayrılması da bir "başka" oldu.
Dönerken yine "İmece Evi"nde bir mola verdim.
O "mola"da bir dolu program yaptık.
Sonraya ve geleceğe dair.
Yeni yeni oluşan, henüz "fiile çıkamasa da" çok daha kuvvetli bir "kuvve" haline gelen "bir başka yaşam"a dair konuştuk.

* * *

Kış uykusunun "son günleri" tamamlanıyor.
Önümüzdeki günler yine yoğun bir "program" beni bekliyor.
"Yol'cu"nun Yolculuğu sürecek; sizinle beraber işlere de yeniden "merhaba" diyeceğim.
Beni unutmayın...

Sevgi ve dostlukla

1 Mart 2008 Cumartesi

Biraz bizi dinleseniz ve "anlamaya çalışsanız" nasıl olur?

Savaşırken, çatışırken hepimizin yaşamı parmaklarımızın arasından "kum taneleri" gibi akıp gidiyor...

ÇATIŞMAK savaşmak, yok etmek çok kolay. En küçük "çelişki"lerden bile bir "kavga" türetilebilir.

İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle dolu. Üstelik "pek çok kayıp ve mutsuzluk" pahasına.

Bir kez farklı bir yerden bakmayı denemek, olmayanı oldurmak gerçekten "mümkün değil" mi?

"Başka bir yaşam mümkün" sözünü yaşamımızın, akışına kendimizi kaptırdığımız gündelik sorunların çözümü için de düşünmek o kadar zor mu?

* * *

Geçen haftaki "gezerken"e dair olmayan yazıma, kimi "ince" kimi "kalın" tepkiler aldım.

O konuya bir "nokta" koyuyor ve bu haftaki yazımı "gezerken" gördüğüm "başka"larına, "öteki" diye tanımladıklarımıza bırakıyorum:

"Vahşi yaşamdan bir ses"



Sizlerin arasında sizlerin yaşamınızın içinde yaşıyorum. Acaba ben "vahşi" miyim.

Henüz evcilleştiremediğiniz için bize "vahşi" diyorsunuz.

Ama ben "öyle" olmadığımı düşünüyorum.

Çünkü henüz bizi, "evcilleştiremeseniz" de sizlerle birlikteyim, sizin aranızda, içinizde yaşıyorum.

Benim üzerime çok düşünüp çok şeyler yazdınız.

Örneğin sizin edebiyat tarihinizin en önemli eserlerinden birisi benim üzerime.

Yazarlarınızın en büyüklerinden birisi olan Kafka'nın "Dönüşüm" romanındaki "Gregor Samsa" bir sabah uyanınca "sizden biri" olmaktan çıkıyor ve bana, bizden birine "dönüşüyor".

Keşke gerçekten öyle olabilseydi.

Bu "roman" onu olduğu kadar beni de "ünlü" kıldı.

Dahası somut bir gerçeklikken bir "metafor"a dönüştürüldüm.

Ama hiç biriniz bana bir şey sormadı. Kimse benim bu konuda ne dediğimi anlamadı.

Ben çaresiz boyun eğdim. Sizin çizdiğiniz "resmi" kabul ettim. Çünkü başka çarem yoktu.

Ne derseniz deyin, hem ortak yaşamımız, hem de bizim türümüzün yaşamı hep aynı biçimde sürdü; yüzyıllar, bin yıllar boyu.

Bizden korktunuz. Kiminiz iğrendi. Bizleri yok etmek için elinizden geleni ardınıza koymadınız. Öldüremediğiniz, yok edemediğiniz zaman çeşitli yöntemlerle bizi kendinizden uzak tutmaya, yok saymaya çalıştınız.

Bir çok zehirler ürettiniz. Ürettiğiniz zehirler yalnız bizi değil, doğayı ve sizleri de zehirledi.

Sonra bizim "dayanıklılığımız" üzerine yine "bizleri" düşündünüz uzun uzun. Nasıl varlığımızı sürdürdüğümüzü anlamaya çalıştınız.

Bizi düşündünüz. Beni, benim gibileri düşündünüz. Düşündüğünüzü başkalarının anlamasını istemeden hem de. Hem gündeminizdeydik, hem de gündeminizin dışında bırakılmak isteniyorduk.

Hatta bizi, bizden daha çok düşündünüz zaman zaman.

Önlemler icat ettiniz, yeni kurallar düzenlediniz.

Sonra "her zaman varolma" özelliğimizden yola çıkarak, aslında kanıtlanmamış, ama gerçekte "doğru" olan bir bilgiyi, bir tür "dogma" gibi kabul ettiniz.

Eğer böyle giderse sizlerin de yok olmasına neden olacak olan koşullara, örneğin "nükleer radyasyon"a dayanabilecek tek "hareketli" canlı olduğumuza karar verdiniz.

Evet "nükleer radyasyon" da dahil pek çok fiziksel ve kimyasal etken, zor koşullar ve kirletilmiş çevre ne beni doğrudan etkiliyor, ne de genetik yapım üzerinde bir değişikliğe yol açabiliyor.

Sırtımdaki kara kabuk "radyasyonun" doğrudan etkisini, genetik materyalimdeki diziliş de değişerek, bir tür olarak benim ve bizim yok olmamızı engelliyor.

Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum.

Ama bu durum bizim varlığımızı "garanti" altına almıyor.

Ben/biz "vahşi"yim/yiz ama organizmam(ız) ne yazık ki "doğal" olmayanlar nesnelerden beslenemiyor.

Dolayısıyla eğer sizlerle birlikte varolduğumuz bu doğa ve bu doğal yaşam böyle bir yolla ve bir nedenle sonra ererse, ben de diğer tüm canlılar ve bazılarınız dışında "sizler" gibi "yaşamımı" sürdüremem.

Çünkü başka koşul ve ortamda yaşama olanağına sahip değilim. Örneğin "suyun altında" ya da bir "fanusun içinde" yaşayamam.

Eğer beni yok etmek için yeğleyeceğiniz "savaş" bir afete dönüşecek olursa, böyle bir afetten ben de kurtulamayacağım. Belki yalnız çok iyi korunmuş bazı canlılar, aranızda bazılarının daha şimdiden sahip oldukları bazı olanaklarla yarattığınız "dünya"lar ve okyanusların diplerindeki doğa ve orada yaşayan canlılar kurtulacak.

Ben tüm "çirkinliğime" ve insanlarda "nefret duygusu" uyandırmama karşın sizin de bir "ferdi olan doğanın" bir yansımasıyım.

Ben de ancak "doğa var oldukça" varlığımı sürdürebilirim.

Hareket edebilen canlılar arasındaki bir değerlendirme ile "nükleer radyasyona" maruz kalanlar içinde en son etkilenecek canlı olmamın bana sağladığı bir üstünlük yok.

Çünkü eğer öyle bir an gelir ve ilan ettiğiniz savaş, örneğin böyle bir savaşta kullanacağınız "nükleer silahlar ve radyasyon" tüm canlıları yok ederse ve geriye yalnız biz kalırsak, bu aslında bizim de sonumuz olacak.

Çünkü o zaman yeryüzünde kalan tek canlı organizma olarak bizler, tıpkı şu anda insanların birbirlerine yaptıkları gibi "birbirimizi" yok edeceğiz.

Çünkü "yaşama arzusu ve görevi" yani "varlığını sürdürme içgüdüsü" sonunda bizi birbirimizi yok etmeye kadar götürecek. Bu da bir tür "Pyrus zaferi" olacak.

Bizler sizler gibi "gelişmiş" canlılar değiliz.

Burada anlattığım senaryo bizlerin yok olmasına yönelik olgulardan yalnız birisi.

Ama sizler yeryüzündeki en gelişmiş hareket edebilen canlısınız.

Sizlere baktığımda benden çok daha gelişmiş canlılar olmanıza karşın, benim kadar dünyayı ve doğayı anlamıyorsunuz.

Bizleri yok etmeye çalışırken aslında kendi yok oluşunuza doğru hızlı ve büyük adımlarla koşuyorsunuz. Bunu nasıl göremediğinizi anlayamıyorum.

Bizleri de kendinizle ile birlikte "yok oluşa"a doğru sürüklüyorsunuz.

Ne siz ne de biz "başka bir yere" gidemeyiz.

Kendimizi size karşı korusak bile, yaptıklarınızın sonuçlarının bizleri de yok edeceğini çok net olarak biliyoruz.

Sizlerle anlaşabilecek bir "ortak dil"e de sahip değiliz, ne yazık ki!..

Bizleri "çok derin bir şekilde inceleseniz" de bu söylediklerimi anladığınızdan emin değilim.

Geriye bir tek "Kafka" gibi yazarlar kalıyor bizleri ve bu dünyayı anlatacak.

Ama onlar da bizden çok daha fazla "sizi ve sizin yani insanın egemenliğine odaklaşıyor".

Oysa evrimin farklı aşamalarını yansıtsak da aslında birer canlı olarak hepimiz eşitiz.

Hatta biz ve bizim gibi sizin nezdinizde "öteki" olanların sayısı, bizim sayımız sizlerden çok daha fazla.

Dahası biz sizlerden çok daha farklı ve güç koşullarda da yaşayabiliyoruz. Bunu öğrendik.

Sizlerden farklı olan yanımız ve belki de tek eksiğimiz, kendimizi ifade edebilmemiz için size "mahkum" olmamız.

Ama bu aslında belki de bizim değil, sizin bir eksikliğiniz:

Örneğin bizler karanlıkta bile görebiliyoruz, duyabiliyoruz. On metre uzaklıkta yere düşen bir iğnenin çıkardığı sesi bile algılayabiliyoruz. Kendi benzerlerimiz, bizlerden çok uzaktayken bile birbirimizin varlığını hissedebiliyoruz.

Aslında sizlerden üstün olduğumuzu "biz" biliyor ama, bunu "size" anlatamıyoruz.

Keşke bir yolunu bulabilseydik de bu sorunu çözebilseydik, "ortak bir dile" kavuşabilseydik.

O zaman o korktuğunuz geleceğin, "ortak geleceğimiz" olduğunu size de anlatabilirdik.

Acaba çok istesek ve gidip ona söylesek "Kafka" ya da benzeri yazarlar bu kez "Samsa" için değil de "bizim için" yeniden yazmaz mıydı böyle bir kitabı? Yani bizi size anlatacak bir yol bulunamaz mıydı? Kim bilir belki de bu güzel dünyayı "kurtarabilirdik".

Tıpkı Samsa'yı insanların elinden ve insanlıklarından kurtardığımız gibi.

* * *

Ne dersiniz? Sizce de "başka bir yaşam mümkün" mü?

01/03/2008