8 Mart 2008 Cumartesi

"Beklenen Ulak" doğru mu söylüyor

İlgilenmek, okumak, öğrenmek, her zaman bilmeyi sağlamıyor: "Cüzzam kötülere ve kötülüklere karşı durmayanlara verilen bir ceza değil."

"BABAM VE OĞLUM" filmiyle adından çok söz ettiren Çağan Irmak'ın son filmi "Ulak"la ilgili gazete yazılarını okuduğumda yollardaydım.




Doğrusu ilgimi çekmesine neden olan asıl yazı, onun da "filmi en iyi anlatıyor" dediği Radikal'de yer alan "Hakan Dalmızrak"ın yazdığı "Meselemiz inanmaktır ey izleyici" başlıklı yazıydı.

Bu yazıda şöyle deniyordu:

" 'Ulak' bir kurtarıcı hikâyesinden çok, o kurtarıcıyı düşlemenin, ona inanmanın ve onu beklemenin hikâyesi. Hikâyeci kendi kurtarıcısını zaman zaman dini temellere dayandırıp zaman zaman fantastik boyutlarda anlatırken ve zaman zaman da akıl ve gerçeklikle kesişme noktaları aktarırken sürekli bir değişebilirlik halini vurguluyor. 'Ulak'ı tasvir ederken herkes kendi kahramanını anlatıyor bu yüzden. Herkes kendi kişisel hikâyesine yerleştiriyor onu. Herkes onun gelmesini ve hikâyenin sonunu farklı oluşturuyor hayalinde. Hikâyenin onu dinleyen kişi kadar sonu var ve film hikâyeyi dinleyenlerden birinin 'oluşturduğu' sonla bitiyor. Filmde bunu vurgulamak pahasına altyazılara bile başvuruluyor. Meselemiz inanmaktır ey izleyici, hayal etmektir, bir hikâyenin olmasıdır asıl hikâye!"

Hemen o sıralarda bir arkadaşımla internet üzerinde mesajlaşırken "Beklediğimiz 'ulak' olacaksın galiba" deyişi filmi izlemek için yeni ve büyük bir dürtü yarattı bende.

* * *

Yolculuğun güzel yanlarından birisi de bu: "Özgürsün". Programındaki herhangi bir boşluğu o anda yapmaya karar verdiğin güzel bir şeyle doldurabiliyorsun. Ankara Mithatpaşa Sineması'nın bir küçük salonundaki "öğlen seansı"nda filmin ikinci haftası olmasına karşın 8 kişiydik.

Film gerçekten de etkili ve güzel başladı. Fantastik filmlerden pek hoşlanmam. Hele basında "Ulak"la ilgili tartışmalarda, "benzerlikler kurulan ve adından söz edilen" filmlerin hiç birisini görmemiştim. Ama "Ulak" filmi "yakaladı" beni. Soyutu anlatırken yeğlediği "masal anlatma" formu hoşuma gitmişti; kendimi filmde gördüklerimden yola çıkarak serbest çağrışımların düşsel girdabına bırakmıştım. Kah uçuyor, kah yüzüyordum. Filmdeki köy bana "Harran"ı anımsatmış, hemen uçarak bir anda kendimi orada bulmuştum. Çocuklar ne kadar da benziyordu oradaki çocuklara...

Zamanın içindeki yolculuk beni insanlık tarihinin o evresinden bu evresine, geçmişten geleceğe, gelecekten bu güne savurmuştu. Kocaman evrenin ve zamanın içinde dolanıp duruyordum; bir "ulak", bir "taşıyıcı" gibi...

Öykü güzel, "benzetmeler" yerindeydi ilkin. İyiler ve kötüler vardı. Bugünkülere benziyorlardı.

Her masalda olduğu gibi "iyiler"le "kötüler" savaşıyordu. Çocuklar vardı o masalı "masal" yapan, anlamaya çalışan, dinleyen, soran, merak eden ve kendince bir şeyler anlayan...

İyi oyuncular vardı, "Çetin Tekindor" gibi, "Hümeyra" gibi, "Şerif Sezer" gibi, anlatıyı gerçek kılan. Sinemanın teknik olanakları olabildiği kadar iyi kullanılmıştı. Işık, kamera hepsi yerli yerindeydi.

* * *

Hatta arkadaşımın söylediği sözden yola çıkarak kendimi "Ulak İbrahim"in yerine koymuş, "Yol'cunun Yolculuğu"nda taşıdığım yükleri, iletileri, mesajları, niyetlerimi, düşlerimi, planlarımı yeniden düşünmeye başlamıştım. Sonra kendi kendime sormaya başlamıştım; "Benim savaştığım kötüler kimdi, ne için savaşıyordum?" Benim bu yolculuğumla iletmeye çalıştığım "benim mesajım" neydi?

Filmden ve yaşadığım gerçeklikten yola çıkarak bunları kafamın içinde birbirine bağlarken, birini ötekinin içine sarıp sarmalarken, filmin ilk yarısı tamamlandı.

Sonra "mesajı iletenlerin" mesajları, yazdıkları kitapları ve o kitapları yazmalarından ve çoğaltmalarından kaynaklanan sonları gündeme geldi. Kötüler bir kez daha iyileri yenmişti. Onları "katletmişler" yeni umutlar doğuracak toprağın bağrına" gömmüşlerdi. Ama onlar oradan da ses veriyordu. Çünkü tek "umudumuz" çocuklar henüz toprağın üzerinde ve yaşıyorlardı.

"İlahi adalet" o zaman ortaya çıktı; kötülerin cezasını vermek üzere. Üstelik yalnız kötülerin değil, kötülüklere ses çıkarmayanların, kötülere karşı koymayanların da cezasını verecekti."

Peki ya "ceza" neydi?

İşte zurnanın "zırt" dediği yere gelinmiş, o güzel uykudan uyanılmış, düşlerim gerçeğin soğuk duvarına çarpılmıştı. Benim için de öyleydi. Birden uyandım.

* * *

Yine Radikal'de Çiğdem Öztürk yazdığı " 'Ulak' kulağınıza küpe olsun" başlıklı yazının sonunda şöyle diyordu, Çağan Irmak'a atfen: "Irmak, 'Ulak' için belli bir kitabı ya da spesifik bir masalı ele almadığını söylüyor. Filmde en sevdiği yerin final bölümü olduğunu söylüyor: 'Çünkü orada kapının tam eşiğinde durup geriye bakan ve unutmamaya karar veren bir çocuk var. Hümeyra'nın, 'Unutun köyü, sakın arkanıza bakmayın,' demesine rağmen bir tanesi cesaret edip bakar arkasına. Terk ettikleri aslında köy değil, çürümüş bir sistem. Geride bir belgecinin kalışı benim için çok önemli." diyordu.

Evet gerçekten de en önemli bölüm filmin "final"iydi. Çağan Irmak bu masalın sonunda "kötülere ve kötülüklere karşı koymayanlara verdiği cezaya" yıllardır bu düşüncenin tersini topluma anlatmak için uğraştığım bir hastalığın adını veriyordu: "Cüzzam".

Geri dönüp bakılmaması, unutulması gereken durumu benzettiği hastalık "cüzzam"dı.

Tanıdık bir "metafor"la yüzyüze gelmiştim işte. "Cüzzamdan kaçar gibi kaçmayan ve cüzzam için 27 yıl çaba sarfeden ben yeniden 'cüzzam'la karşılaşmıştım."

Tıpkı "Ben-Hur"da olduğu gibi. Tıpkı "Rabia Hatun"da olduğu gibi. Tıpkı "Kelebek"te olduğu gibi.

Yine birisi ortaya çıkıyor ve "Cüzzam eşittir kötülere verilen ceza" diyordu.

* * *

Oysa "Cüzzam" öyle bir hastalık değil. Bir mikrobu var. Mikropla oluşuyor. Hastalar "kötü oldukları ya da kötülüklere 'eyvallah' ettikleri için" bu mikrop onları gelip bulmuyor. O mikrop 35-40 yıldır etkin, ucuz tedavi yöntemleriyle yok edilebiliyor. Bu ülkedeki "cüzzam"lı hastalar bu tedavileri uyguladılar. Ama "cüzzam" öldürmüyor. Onların bir bölümü bugün halen aramızda yaşıyorlar. Sayıları çok az değil. Sağlıklı çocukları, torunları var. Komşuları yakınları var çevrelerinde. Eskilerde kalan yanlış inançlar, ön yargılar, boş inançlardan daha yeni yeni onları eskisi kadar etkilemiyor. Ama yine de "kaygıları", bu "deişimi eskiye çevirecek birilerine duyduğu korkuları" var hâlâ.

Hemen tümünü ben yakından tanıyorum.

Onlar "kötü" insanlar değil. "Kötülüklere, yanlışlıklara göz yuman insanlar da değil".

Toplum içinde böyle insanlar ne kadar varsa onlar arasında da aynı oranda var. Hz. İsa'nın "Maria Magdalena" için söylediği sözün benzerini yineleyeyim:

Onlar için "kötü ya da kötülüklere göz yumuyor" diyecek olan insanların bu bakımdan "arınmış, ter temiz olması, elinde hiç kiri olmaması" gerekiyor. Eğer öyle birisi varsa onlar için bunu söyleyebilir.

Masal anlatırken, bir benzetme yaparken bile böyle olması gerekiyor.

* * *

"Teşbihte hata olmaz" deniyor; bence olur, oluyor. Eğer "teşbih"i yapan "benzettiği ile benzeyen"i yeterli ve doğru bir şekilde bilmiyorsa oluyor.

Sıkça söylediğim bir söz vardır: Bilgisizlikten korkmam. Eksik ya da yanlış bilgiyle "bildiğini iddia edenlerden" korkarım. Toplumda, çevremizde, yaşadığımız her yerde o kadar çoklar ki.

Onlara bakarsak; o kadar çok şey biliyorlar ki. O bildiklerinden yola çıkarak topluma ve toplumun tutum ve davranışlarına etki eden o kadar çok söz söylüyorlar ki. Toplum onların söylediklerine inanıyor. Doğru kabul ediyor. Bundan sonra "gerçek doğru" değil, onların "yalan doğru"ları toplumun kabul ettiği doğrular haline geliyor.

Yani "biri bir kör kuyuya bir taş atıyor". Sonra "attıkları taşı, o kör kuyudan kırk akıllının çıkartması" gerekiyor. Kuyular böyle taşlarla dolu. "Ulak"ın yaptığı gibi. Tabii her zaman bulunmuyor o "kırk akıllı". Bir tane iki tane olsa neyse ama "kırk akıllı" bulmak çok zor.

Hele hele "insanların görmek, bilmek, duymak istemedikleri, 'yok saydıkları' " gerçeklerin doğrusunu bulmak için hepten zor o kırk akıllıyı bulmak.

Ama eğer Çağan Irmak dediği gibi, "yanlışa, kötüye, çürümüşe, bozuk olana" karşı dediği kadar duyarlıysa, o kör kuyuya "yanlışlıkla" attığı bu taşı çıkarma konusunda "sayıları kırka ulaşmasa" da mevcut olanlara "katılmak" zorundadır.

Başka çaresi yoktur. Bu "yanlışını" doğruya çevirmek artık onun en azından bu ülkedeki cüzzamlılara ve onları iyileştirmek için uğraşan 30 yıldır "dağ bayır gezen" insanlara karşı inkâr edemeyeceği bir borçtur.

08/03/2008